'' Kafesinden kaçmış birer kartal gibi, hiç yorulmamış ve aç kurtlar gibi, amansız bir Sayan dağı fırtınası gibi geldiler üstümüze prensim. Son askeriniz de orada can verdiğinde ve son bayrak da toprağa düştüğünde, onlar hiç arkalarına bakmadan ve sanki hiç savaşmamış gibi sürdüler atlarını bozkıra. Prensim soruyorsunuz nasıl durdurabiliriz diye? Efendim, onlar (TÜRKLER) durdurulamazlar."
(Çinli komutan Ho-Tsun'un Çin prensine hitaben yazdığı mektuptan alıntı)

“Bismillah ve ali berekatü Resulullah, Kabza, Cebrail Aleyhisselâm eliyle Hak Teala'nın emriyle, cennetten çıkıp, evvela Âdem Aleyhisselam'a verildi, ondan sonra, Sultan-ı Enbiya, Peygamber Efendimize verildi. Onun izni şerifiyle Sâd Bin Ebî Vakkas pirimiz oldu. Ondan, sahabe birbirine verdi, oradan ustalar aldı, benim ustam da bana emanet etti, ben de emaneti sana teslim eyledim. Fîsebilillah, niyet edip gaza niyetine ok at, talip olan kabza aşıkına bu minval üzere, hayır ve dua ile teslim edersin.” ( küçük kabza merasimi duası )


20 Aralık 2007 Perşembe

Osmanlı Yayı Yapım Tekniği - Telhis-i Rımat' ın Tercümesi -

( Aşağıdaki fotoğraf Sayın Metin Aksoy tarafından şahsıma gönderilmiştir.)

- Dr. Metin AKSOY, kendi yaptığı Osmanlı Yayı' nı gererken.

TELHİS TERCEMESİ

( Telhis-i Resai’l-ür Rumât’ın yazarı Mustafa Kâni Efendi )
162
Erişilecek kadar mahallerin ortasından(konu ortadan başladı başı kayıp)terk edup iki sinir başlarından fazlalarını kesib ol zait kestikleri parçalara ıstılah gavsileride(yay terminolojisinde) "paça" tabir iderler.Onları bir yere koyup yay için alınan sinirleri güneşte yahut tarif olunan yay tımarı sanduğu derununda(nerde bu kısımlar hocam ne zaman tarif olundu) kuruturlar. Şöyleki iki ucundan tutup bu keman murad olunduğunda kuruluğunun misali kavi durup eğilmeye.Sonra mermer taşta büyük şimşir tokmak ile kuru kuru dövülerek yumuşayıp teltel olduğunda üzerindeki kir ve pürteklerini bıçak ile kazıyıp tathir(temizlik)olundukta, beş altı dişli demir tarak vardır ki pençe i insan şebih( insan pençesine benzer) kütükte kavice mıhlı(sıkı çivilenmiş), bir kuvvetlice adam uçlarından başlayıp ol tarakta tarayarak üskülü misal olunca (püskül misali), dest ile didüb boy boy hıfz ederler. Ve bu sinirlerin uçlarından birer mikdar kesilip paça tabir edilir, onları sıcak su ile yıkayub ve belki bir cüzi de kaynadup kirli ve dehinitli suyun döküp bade temiz yağmur suyu doldurulup, duhanıyla(duman) siyahlanmamak içün, kömür ateşiyle (ve) suyun noksan buldukça, üstüne diğer(bir) kapta ısınmuş sıcak su konarak bir kaç gün nihayet tamam cümle ol sinirler eriyüp suluca salep misal olunca sıkıca astardan süzüp
temiz süzülünce yine kazana vaz edüp tamamı paluza misali koyu olunca karuşturup kararını buldukta kadayıf tepsisi misal kenarlı şeylere döküp rutubeti azlandukta parça parça kesülüp gınnaba dizülüb gölgeye asılub gurutup icabında istimal olunur.
İbtida kaynarken erimeye başlarken daima karışdurmak gerekir ki isğale(?) ve kenarlara yapışmasın. Yapışırsa ve şiddetli ateşde kaynatulursa ve ol yıkanmazsa rengüne siyahlık gelür ve bırak olmaz (herhalde kalıcı olur demek istiyor)ve yay imalatından sonra siyah olur. Pek alası Gelibolu hayvanları sinirlerinden olur ve yalnız sinir uçlarından şart olmayıp yekpare ol tarif sinirlerin mecmuundan (cümleden- toplanmasından)da olur.
Kulak ve paça suyu, deriden de ol kaynadup yağın alub bade eriyünce kaynadub tutkal (da) ederler. Ve bu tutgalların alası ol tarif olan sinir tutgalından sonra paça suyu tutgalıdır ki layıklı tathir olunca balık tutgalı misal saf ve beyaz olur. Amma kavsilerin cüz i azimi(nin tercihi) olan sinir tutgalı ve bir mikdar da balık tutgalıdır.
Yayın beher mahalinin indel arab ve rum isimleri beyan olunur.
Arab kısmı eali ve beyti eali derler ve bizim ayak tabir ettiğimiz alt başına arab kısmı isğal ve beyti isğal tabir ederler.Bizim kasan didiğimiz başlar tamamında gavsine göre(yayına) bir garış ve ziyadece arkasında balık sırtılık olan mahaline arabısı(aynen böyle yazılmış) "alil vasi sağli"tabir ederler. Gasan etsalından gabzaya doğru olan mahalline biz sal deriz arab rakbe ve rakibtiyn derler.Ve gasan ile salın cema(öhö) olduğu mahale biz gasan başı ve gasan gözü deriz arab tayfa "vavsata" dirler. Ve sal ile gabza itsal iden mahale biz "tir geçimi" ve "gabza boğazı" diriz arab "ser kebid gus" derler. Ve sal denilen mahallin sinirine arab "mudai" derler ve zahir gabzaya urulan sinire arab "ğafare ve meh-a" derler. Ve gabzaya arab"acs ve macs" deyib gabza canibinde olan sinire arab "arb, fars" dirler, başlarda çile takılan kertiğe biz gez deriz arab ferz ve kezr ve haz dirler. Ol mahalden gasan ucu ki çile düğümü gelen yer yere kadar arab "zafer ve ğasfun" ve "fark" dirler. Ve gez yerinden yukarı yani kertiğin ucuna arab "atıra ve akbe" dirler deyu abdullah efendi tahrir ider.
İbtidadan gavis yapılmasının tabiri;
Vasıf olana bildiği kadar ve bazı risalelerin tahriri vechile tarifi şervea(?) olundu salifül zikr akçaağaç taslağını ziyadece müstağmel halkaya kaçmaz ve pek de kepade(ze) misal kurulmuş gibi durmaz(?) yay resmine keser ve törpü ile ve ısıdup eğerek ve benzedub başlarını dahi tasalluyup ...hait..... malumu sene benzedub ve dörder parmak gabza kulakların geçirmek içün uzun kağıt makarasının ucu bir parmak cürmünde açıldıkda hasıl olan yarık bir tarafı bol ve bir tarafı dar olduğu misallu(*) gabza tarafları açık ve yayın baş tarafları dar olarak vasat sallarından yarup ve mukaddim tarif olunan resimle yapılan gabza, icab eden mahalleri düzeldub ve kulakların dahi uçların inceldub ol yarılan sal yarıklarına imtizaç atturub gabzanın üstünden kulakların ucuna kadar ikişer tarafından taşin tabir edilen temur tarak çekilüb ve yarıkların içine dahi keza çekilüb ve salların şakkııla keman ve gabzanın kulakları musgalanup yani tutğallanub kurudukta tekrar tutğallanub ol imtizaç ettirilen gabza uçların sallara dört beş parmak geçürub üstünden gavi gınnab ile sarıla keman yapışdırma misal bununda balık tutgalı çeğa tutgalına galip olmak lazımdır ve salların uçları gabza boğazının tir geçiminden gabza üstüne doğru imtizac ettirmeli buna "beynel gavseyn çatığı "dirler. Bunda haz(yarma) ibtida (başlangıçta) tutgallanmazdan mugaddem imtizac(alıştırma) ettirirken muharref (tahrif edilmiş) olmaya, zira çatkısı müstakim olan gavsin tamamıda müstakim etvar (tavırlı)olub ve oklu olur, münhar(?) olur ise sonra düzelmez. Tarif olunan vechile çatma .......tabirine ağacı yapıştırulub tamam gurudukta icab eden mahallerin nizamlayup keman urulacak mahale "taşin" tabir olunan temür pençe misal tarak ile tonç düğümü mahalinden diğer tonç düğümü mahaline kadar boydan boya çekerek şişhane misal şükaflar açılub ve mukaddem tarifi teri olunan boynuzlardan kangısı urulacak ise (164)eşiyle onunda ağaca gelecek mahallerine boydan boya taşin çekilüb, muska tabirine tutgallanıp kurudukta bakıla eğer ağaç tutgalı içüb çekmiş ise tekrar tutgallanıp kurudukta tekrar keman ve ağaç ziyadece tutgal sürüp ateşde ikisinide ısıdub bade tarif olunan taşin yivleri birbiri içine geçeçek vasat gabzadan tonç halkası mahalline kadar imtizaclı yaturub keman(ın) mahallinden oynanmamak için üzerinden sıkıca gınnab dolaştırub gabza ve salların keman üstüne ateşe tutub tamam somun misal kemiğin üstü kızarunca iki kişi(165) karşı karşı oturub biri kasanlarından tutub karşısında olanda gabzadan kasan gözlerine varınca parmak kalınlığında kavi iple sarıla. Hava ve mahalline göre beş altı saat mürur(geçmek) ile sarılan ipler kesilmeyince çözülmeyecek kadar da kurumayub nemin çeküb tuttukda ipleri çözüp, ber vechi sabık salların dahi ısudup biri kasanlarından tutub diğeri sallarından sarub keza sabıku vechile anlarda kurudukta çözülüb üç veya beş saat yanında durub bade mangal hizasında bir ik zira yüksek asılan yay askısına vaz eyleyüb(asılıp) tamamı kuruya. Bade sinirlenmeye başlanır.
Ve malum olaki bu keman sarmak gayet gavi sarmak lazımdır ki tarif olunan şükeflar birbiri içne girüb ber vechi layıkın vücud misal ola. Bu surette yalınız dest ile olamadığından buna bir aleti mahsusa icad etmişlerki ismine "tencek" dirler. Kızılcık ve şimşirden yapılır. Parmaksız çolak deste benzer. Güya dirseğe kadar tavilde olub ipi ana dolaşdırub yumruğa şebih(benzer) mahalli ile sıkıştırarak sarulur ve tamam sarıldıkda bir kere bakub bu tencek denilen aletin zoruyla gavse inhiraf (çarpılma) gelmişse henüz sıcak iken yay tezgahına vurub doğrultub bade asıla. Eğer dikkat edilmeye ol eğrlik sonra düzelmez. Kurudukda kenarlarından taşan tutgalı ve icab eden kirin ve zuhuru kenarların düzeldib tathir edüb ve kasan başına tonç düğümü altıdır buradan bir karış mahallin neticesi ki kasan gözü tabir ederler. Ol bir karış mahal ki zahirde manzur olduğu vechi ile canibinin oyub çukurladub vasıtını yüksek bırakup evvel tavrı taslağında icra edib bade keman ve garını gavse vurulan misal, baştanbaşa taşin çekib bade ısıtarak iki başlar birbirüne iki karış kalarak halkalayıb, iki başı birbirine gınnab ile bağlayıb, ve musgalayıb kuruyunca tura(?) musgayı pek içerse tekrar artı tutgal sürüp kurudukta tarifi vechiyle mukaddem boya kesülüp ve sahık(?)(166) olunan taranub hazırlanan sinirleri yanına alıb ve beher gavse vurulmak için vezini mezkuru sabuk üzere tartub gaç dirhem bir yaya vurulacak ise ayurub başaka başka koyub ve beher sınıfın nısfını tefrik edüb bir yaya vurulacak başka başka beşe taksim edüb hazır olunca bir ağzı vasi tencerede dirhem -i sabuk- u zikre mutabık çeğa ve balık tutgalı suluca kararında gaynayub, henüz har iken beşe taksim olunan sinirin bir kısmını tutgala vaz edüb tutgalın içünde mabeyni yeddininde (iki elin arasında) ovuşturarak bir rütbe kesbedeki cismi vahit meşin misal bir hale gele. Ve bu oğuşturma esnasında sinirin içinde gasarak uçlar peyda olur. Onları temüzleyüb yumuşaklığı tamam kararını bulduğunda gavis üstadı zanuları üstüne vaz olunan meşin üstüne gucağına alub (kucağına deri bir örtü seriyor sanırım) tutgalda siniri oğuşturan şakirdi, yedinde olan bir boy ovuşturarak kararın bulan siniri üstadına verib diğer baki kalan dört boy sinir -ki ikiboy bir tarafa iki boy (ise) diğeri için ayrılmıştır- onlardan bir boyunu dahi mabeyni destinde kema tissabuk(önceki gibi) ovuşturmaya başlar ve üstadı ibtida tarif olunan siniri yedine aldukta bir boy sinir mezkurun vasıtını vasıtı gabzaya vaz edüb ucların sal gavse yani gabzei boğazına tir geçimi denen mahalle, vasıl edüb ve gabze-igavsin canibi selasesine(üçtebiri) yayarak imtizac ettirerek döşeyib gabze boğazları mest galem tabir olunan pirinçten masnu(yapılmış) önünde çanak iile duran suda durub icabunda sudan alub bu alete ve namle-i destin(ıslak el) kemaliyle düzeldüb imtizac ettirerek kağıt misali incelüb ve taşin tabir olunan şişhanelerin içine sine ve bu mest galem denilen aletin icabına göre dişleri ve kıvrım yerinin ucu ve arkaları kullanılur. Ber vechi tarif gabza siniri yerleştiğinde dest-i şakirdinde olan ılıcak tutgal içinde ber tarifi sabuk alıştırdığı siniri, dahi kararını bulmuş ise anıda ustası alub şakird (167) diğer boyu ovuşturmağa başlar. Ve üstad gabza boğazında bıraktığı sinirlerin ucu üstünden yedinde olan sinirin ucunu yaturub sallara doğru imtizac ettirerek kasan közüne kadar yaturub dest mest galem ile imtizac ve derunu taşinlere birleştürüb keza şakird de kararın bulmuş bir boy siniri dahi alub sal başları ve kasan gözlerinde bulunan sinir uçları üzerinden yapışdurub kasan başına- tonç düğümü altıdur- ol tarafa ucunu ağzuna alıb ön dişileri ile çiğneyib ucların altına gıvırarak kemaliyle yumuşatarak ve balık sırtı görünen yeri ile canibinde olan çukurları dest ve aleti mezkur ile hasen imtizac ve ağzında çiğneyib yumuşatarak uçları altına alıb gıvrılan sinir uçları boğaz gavsinde numayan olduğu veçhiyle imtizaca yerleştirib tamamında ber tarifi mezkur tarafı diğerin dahi kabza boğazından başlayıb tamam ettikde zeminden bir zira-i mimari yüksek duvarda olan ekseri asarlar. Ziyade yüksek asılırsa sinir çatlayıb fena olduğunu tecrübe etmişler. Kuruduğunda sulu tutkalı kahve cezvesi ile ısıdub birer fincan tarafeyne az az dökerek içirirler. Kuruduğunda bakıp icab ederse bir defa dahi böyle edüp kuruyup kararını buldukta mukaddem ayrılan nısf-ı siniri dahi başka başka beşe taksim edip ber tarifi sabık gabzadan başlayıp ,tarafeyni tamam edip asıp sulu tutkal içirerek kemalin bula. Kemaline delil gayet sulu tutkal sürüldükde kuruyunca üstü gayet mücella ve yek vücud mesikıl(?) görülürse kemalin bulmuş görülmezse suluca tutkal verirler. Ve bazı kere tutkal kuvvetlice bulunup üstü şükeflanmaya başlarsa sulu sünger sürerler. İkinci defa sinirlenecek oldukta başların dört parmak dahi rıfkla(nazikce) toplayıp kema tissabık bağlayıp törpü ile üstünü tırmalarlar. Bade tarif olunan vechile sinirlenip ve kemal bulup kurutuldukta manzur olunan vechiyle ısıtarak toplayıp baş başa yığılıup 168. kabzaya bir karış kadar çeküp gınnab ile kabzaya bend idrler. Ve ertesi sene istiğmal olunur. Eskidikçe ala olur.
Ve hafi olmaya ki yay imalında yağdan ve yağlı duhandan ve imal olunan mahalden ve destin duhanından gayet muhafaza lazımdır. Ve ol mahalde yağlı taam bile yemazlar.Zira yalpı taam duhanı ve dehini(?) deste bulaşmış olursa gavislerifasit edip sinir ve keman tutmaz. Hatta şakirdlerin biri üstadı yok iken bastırma bişürüp yemiş. Duhanı askıda bulunan muskalı yaylara fasit edüb bir türlü keman ve sinir yapışmadığından, “aklı tir misal çileden çıkayazdı” deyu manzuru olan gavsilerden mesmu amiz olmağ ile kayıt olundu.
Der teşrihi gavsi bundan sonra döşemenin sırrı;
Numayan olur, eslaf üstadları gavsin beher mahalline bir kararda sinir vurup tarif ol vechiyle derahimi(dirhemleri) tefrik ve bade nısf edip, nısfın beşe taksim ederler demişti.Vakıa böyle olup ancak ol beşe taksim olunan nısf yay sinirin dahi beş boyu bir vezinde olmayıp, kabza ve sallar ve kasanlarındirhem ve cehri mahallinin dirhemi de birbirinden farklıdır derler. Ve beher üstadında bu vezinde birbirine muhalefeti olup bu maddeyi setr etmişler. Ve bu maddeye mahrem olmanın tariki kangı üstadın gavsi indinde makbul ise onun naklinden yay yapmak murat oldukta, bir kebir leğen veya çamaşır teknesi misal bir kaba gavsin boyu vasatın da ab doldurup, yay-ı matlubeyi derin aba ilga … ve tamam cem-i endamı kuşibab açılır, ağaç ve kepadesi ve keman ve dirahim sinir yatırmaları cümle seri aşikar oldukta beher mahalli ona natbıka(benzer) yapıla demişler.
İbdita cedit halka açmanın tariki
Nu mayan ise eyyamı sayf de, şemsin şiddet harareti olan günlerde iki gün ve eyyam-ı mebitlerde dört gün mahsul izalei rutubet edinceye kadar, gündüzleri şemse talik edip, nemi izale oluna. Ve delili iki başından tutulup irha olundukda hareketinden derecei rutubet ve yebusati 169 malum olur. Ve nemli değil ise harareti şems tesir edip ısınıncaya kadar birkaç saat durmak kifayet eder. Ve eğer şems mahfi ebr(bulutla gizli) olup görünmez ise ateşte ısıtılıp boğazından kavi gınnap takıp, asa gezi tabir olunan zir de tarif olunacak aletin evvelki kertiğine çekip bakılır.Derun(iç) ve etrafında icab eden mahalleri kaptırmayarak keser ve törpü ile zatı gavse halel getirmeyerek düzeltip, bade yine ısıtıp ikinci kertiğe çekip icab ederse törpü ile düzeltip bade yine ısıtıp üçüncü kertiğe çekip keza bir miktarında durup yine ısıtıp nihayet tepe kertiğine çekip icap eden mahallerin düzeltip bir mikdar tevkif olunup salıverilip, başların düzeltüp çile kertiklerini açıp, tımar olunacak yay ise kertiklerin tarafına birer miktar sinir sarup ve sair tir yayı olacak ise sağrısını geçirüp bade tepelik tarif olunan, ala kuramlı yay resminde bir çift şimşirden mesnu dur ki iki karşılanınca bir yay resmi olur. Ve biri birinden bir parmak kadar kısadır . Yay-ı mezkuru ziyadece ısıtıp yumuşayınca tarif olunan tepeliğin dış tarafını, yayın kasan gözüne gavice bend edip, yay destgahını da tepeliğin resmine getirüp yay tamam tepeliğe imtizac edip, üstüne yattıkda yayı tepeliğe muhkem sarup bend edup ve taraf ı diğerini dahi bu vechile ısıtıp sarıp bend edip tarafeyni tepeliğe ittisal kesb ettiğinde kemend ile henüz bir berudet kesbetmeden tepelik endamı vechiule kemend ile basıp, zinciri çileye takıp, kemaliyle soğuyup kesb endam edince, tura bade tepeliğin çözüp, gurulu tura bakılıp, diken , çöken yerleri olursa bakılıp ısıtıp basıp yasıp, tekrar soğudukta endama muhalif görülen yerleri tekrar basmak ile yerine görülmezse törpü ile düzeltip, soğuyunca terk olup, ısıtıp, sinir üstünden rıfkla basarak halkaya çeviriüp tımar verilecek yay ise tımar sanduğuna vaz , ve sağrıyla 170 diğer tir kavislerinden ise askıya avize olunup, ertesi gün tepeliksiz kemend ile kurulup bakılır.Diğin çöken yerleri varsa düzeldüp, yasup mahalline vaz olunarak dört beş defa bu veçhile, tekrar olundukta tamam düzen dört taksim ve kuram-ı matluba mutabık bulunduğunda zeyl de resmi muharrir gavisler yak ve tirler boğaz törpüsü dedikleri kalın ve ince dişler törpü ile düzeldip ve perdah edip ve pota nevii sağrılı ise kemiği kazunup cilalanup, yedi taksim sağrısına nakış ve üstüne zeyl de tarif olunacak sandoloz ruganı sürülür. Ve bade nakış ve rugan tekrar nemi izale olunca güneş dokunmayarak harareti şems tesir eder mahalde avize olunup bade istimal olunur. Ayn-i şemse avize olunursa nakşi rugani şükaf peyda eder. Tamamın kuruduğunda ayn-ı şems de zarar etmez ve bez gılaf ile şemşe teallük ile tımar verilir. Müsabakat-ı heki olur ama kurulu iken muhafaza lazımdır ki çarpılır. Ol güneşledüp bade kurup zilde(gölgede) rüzgara karşı avize olunur ve insab olunan tarif ol veçhile nizami tamamda istiğmal edecek zatı bazusuna uydurup ve icabına göre asa geze gerilip, tanmam matluba mutabık olunca alınıp, düzeldilip bade nakşı rugan verilürse letafeti ile kullanılır. 18Ve tımarlı gavis ise anda men bulup tımarun aldıkta "sarsma" tabir olunur ki istimal edecek tirendaz dan kuvvetli ziyade yay çeker varsa ona suhuletle çekerek on gez ve yumuşak oku attırılır. Bir kaç defa yok ise tir ucu mahalli yerine gelmeyecek şekilde bildiği kadar çekip küşad vererek sarsup yine tımara konup ve birden bazuya uydurulmayıp 24 icab edilirse bundan sonra asa geze çeküp yine sarsup yay galip olarak istiğsale başlanur. BU bazuya uydurmakda hevaya da dikkat lazumdur.26 Lodos havalarında az gelen, poyraz havalarında münsasip gelir, bilakis poyrazda çok gelen lodosta münasip gelir. Tezlik edip gavse gıymamak evladur denmiş.
Ve bu tımarlı gavis ile sağrılı gavislerin farkı
171İbtida sinirleri döşenirken, tımarlı gavislere gavsiler ziyadece ihtimam ve sinirini yuvarlakça döşerler. Ve sağrı geçilecek gavisleri ağaçlıca ve sinirini düzce döşerler. Ağaçlı yay çiled düz durup az rutubetle dönmez. Lakin yuvarlak sinir vurulup neminden muhafa ve beze güneş tımarı verilirse ziyade ok atar. Ve gelişli tatlı olur. Ağacı ziyade olan gibi kend olmaz.
Ve yaya urulan sağrı ki seyflerin gınlarında kullanılan dana darından da olursa da sınından da olur ama ekser sadesini kullanılırlar ki üstüne nakış urulmaya ensabdır. Dana darı sade boyanup yalnız kenarlarına birer altınuze çekilirse güzel olur. Dana darı esbak sağrı derisinden sadesi esbak boynu ve omuz başından olandır. Lakin sağrı derisi kalınca olup altını ziyedece yonmak ister. Vasb derisinin tahsis olunması diğer teriler ve tirşe tabir olunan deri düzü latiftir. Ama esnemediğinden gavis kıvrılıp asıldukça çatlayup paralanup çilede "esab-ı tavil ömür yay ile bekadır" olur demişler.
Ve asa gezi tabir olunan alet meşe ve gürgen misüllü ağaçdan bilek kalınlığında ve tamamı bir zirai mimari boyunda olup bir başı kabza kemiğini muhafaza edecek miktar guru mah misal(yarım ay) oyup ve bir başına 17 dahi çileyi hamul alacak kadar bir kertik kertilip ve gabzaya vağzı olunacak başından zirai mimari ile onsekiz parmak mahalline bir kertik kertile 20 şöyleki kabza tarafından düz gelip mahalli meskure sülüs zirai mimari 21 kertülüp ve derun kertikden şevine amut( çap dik) mezkurun düzüne kertülüp keza anında şev çekülüp yirmiüç parmak mahaline yine kertülüp yirmidördüncü parmağa netice-i zira tepesine dahi 24 kertülüp, tepe kertiği olup şekildeki vaka resmi üzere yapılır. Bir ve iki ve üçüncü boy gavislere boyuna göre kullanılıp, meşk yaylarının kirusi 26 sökülmek için nihayet kertiğe çekilüp şöyleki; Çekilecek gavsin 27 çilesinin iki tonçu birleştirilip, tamam ortasına nişan edüp, gavsin 28 gurup gabzasının tamam vasatına asa gezi tarif olunan gure misal 172 olan başına dayayup ve çilenin tabir olunan vasat derunine kabzadan tarafaına bir hilal cürmi kadar inhiraf bulunmaya, ve diğer ucuda karnına 3 dayayıp kerteler üstünde ola.Ve çilenin nişan konulan mahallin vasat 4 geze getürüp ve iki dest ile gezin gurbundan (yakınından) tutup iki kademle 5 kurar ki gavsin kabza canibine dayanıp çileyi çekerek keza vasatından yürüterek sıyırup, evvelki kertiğe indire bırakup vücudu gavse ol radde ile ülfet ettikde bir veche i sabık ikinci kertiğe çeküp anda dahi biraz alıştıkda üçüncüye çekecek ise keza anda dahi çeküp birkaç saat tevkif oluna. Malumdur ki meşk yeylerı törpü ile ibtida kola uydurulsa biraz istiğmal olundukta gevşeyüp telef olur. Lakin çok kalan gavisler birkaç nöbet bunun ile meşk ve tir gavisleri bunun ile terbiye olunup, kararına indikte istiğmal ve icab ederse ondan sonra azaltılır. Ama “gavsin marazı mevti gibidir “ bunu çeküp hatırdan feramuş olunursa yalınız gıçı değil mecmuu endamı gevşeyip okda gezde dahi atfeti kalmaz demişler.
Cümle tirler ve hava gezi malum olduğu veçhile çam ağacından olup fakat torba gezi gürgenden olur. Samanlı deyu kerestecilerin ve furuhat ettikleri üç parmak cüssede ve bir kulaç tavilde dörder köşe parçalardır. Onların muvecleri sık ve sıklsrından ayarub biçup taslayup birkaç sene tabii kuruyanından ala torba gezi olur. Yirmisene durmuş olsa da dahi ala olur. Edna mertebe iki üç sene murur lazımdır. Endamında kiriş endam tabirine ol sıbgat etmiş idi. Zeytuni temren ve kiriş endam ki ayağı ince bedeni karınlı olmayıp boğaz karın kademi bereber gibi olan puta tirinde nişane ziyade kezer ettiği misüllü torba meşkinde dahi seri u tesir ve letafetli olur. Bade tecrübe malum olmuştur. Ve Çerkezler kayın ağacından tir yapıp mahariyeyle kullanırlar imiş.
Eslafta birde kamışın ok istiğmal olunup hala menzilleri de mevcuttur. Ve çamdan olan tirleri yüz kez sebgat eder demişler. Bu risale tahririne kadar 173 puta ve yeksuvar tirleri kamıştan kuruldu lakin eslaftan ,bakiye olmakla köhnemişve tutkalı gevşemiş ve paralanırsa tir i diğeri gibi de olmadığından tehlike olma ile hiç atana tesadüf olunmayıp ve ikdam tarihlerde ihtiyarlardan tahkik olundu ki atılmamış.
Abdullah Efendi Merhum imalini tarif eder. Şöyleki o bir nevi hindi gamış olup 6 bu diyarlar gamışları gibi deruni boş olmayıp tulu ve sırçası kalın ve boyunları tirboyundan uzun olup cüsse i tire kıyasla altı oniki onsekiz parça o kamışı boydan boya çok edip endamını tavrı tire münasip beher parçasını düzeltip her kaç parçadan olacak ise bir yere getirildikte matlup olan endamı tire uydurunca imtizac 11 ettürüp bade bir ince rik telin üstüne beher enlerinin boydan boya tutkallayup imtizac ettirildi. Ve cümle bir yere cem edüp üstünü sarıp kurudukta çözüp, sıvama tabir olunan hatemde resmi muharrer(kitabın sonunda resim var) 14 alet ile mahalli eklerin üstün celavetle içinden çıkarup temren ve gez bakımın takıp istiğmal ederler demiş.
Cümlenin malumu olduğu veçhile yüzeli seneden beri envai tir çam ağacına münhasır olup ve bu gadarte teali cemiu zirruh ve biruhak bir maktezi mahlukiyeti insan misülli bir hat kemali indel ehl inkare mecel olamayup bu cümleden erbabına hafi olmayan çam ağacının mesela fidanından derecei kemali on seneye mevkuf ise suni(sin-nun) insan 20 erbağına vesul misal devla ve arza hat itidal olup ve ol müddete 21 bulduğu nuşu ...
-
- ( Tercümesi ; Y. Metin Aksoy' dan alınmıştır.)
--
- Not : Eserin orjinalinde eksik bölümler vardır.

** &&&&&&&& **

Osmanlı Yay Yapım Tekniği :

Kompozit yaylar içinde en kısa olanları Osmanlı yaylarıdır. Bu sebeple çok güçlü ve pratiktirler.
Boynuz, tahta, tutkal ve sinirin (hayvan tendonu) bileşiminden oluşan bu yayların ileri derecede teknik beceri gerektiren yapımı ortalama üç yılı alırdı. Kullanılan malzemelerin oranı değiştirilerek yayın gücü, hızı, menzili ve esnekliği ayarlanırdı. Farklı amaçlarla (hedef, menzil veya savaş yayları) yapılan yayların esneklik ve hızı farklı olurdu.
Osmanlı yayı ve başka bir Osmanlı yayından ayrıntı (Askeri Müze-Harbiye/İstanbul)

Yayın ahşap kısmında akçaağaç, kızılcık, porsuk ağacı tercih edilirdi. Tutkal olarak sinir veya deriden elde edilen çega tutkalı veya Mersin Balığının (Acipencer Gueldenstaedtii veya Huso huso) dokularından elde edilen balık tutkalı kullanılırdı. Balık tutkalının yapımında, Mersin balığının damak mukozası ve hava kesesi kullanılırdı. Yayın sinir kaplaması için tercih edilen tendon, öküz bacağından alınan aşil tendonu idi. Kullanılacak boynuz da, öküz ya da mandadan elde edilmekteydi.
Yayın yapımında kullanılacak ağacın, budaksız sık ve paralel damarlı olanı özenle seçilerek sonbaharda kesilirdi. Yayın ahşap kısmı üç ya da beş parçadan oluşurdu. Bu parçalara istenen şekil verilir ve en az bir yıl kurumaya bırakılırdı. Ağaç parçalar kış mevsiminde balık tutkalıyla birbirine yapıştırılır, boynuzun tahtaya yapışacak iç yüzeyine ve yayın karın kısmına (atış sırasında okçuya bakan yüzey) karşılıklı yivler açılıp tutkallanırdı. Sonra, ağaç aksam ve boynuz, birbirine iple sımsıkı bağlanırdı. Yaz mevsiminde yayın sırt kısmına (atış yaparken hedefe bakan kısmı) çega tutkalıyla 2-3 kat sinir yapıştırılır, her kat sinirden sonra daha daraltılmak üzere yay iple yay askısına alınır ve bir yıl boyunca kurumaya bırakılırdı. Kuruyan yayın sırt kısmına İlkbaharda atın sağrı derisi ya da kayın ağacı kabuğu yapıştırılıp sandaloz yağı sürülürdü. Böylece yay kiriş takılmaya hazır hale gelmiş olurdu. Yay, ısıtılmak suretiyle yumuşatılır, ahşap formlar kullanılarak ve asa gezi denilen özel bir sırık/kalıp yardımıyla alıştırılır ve uygun şekle ulaşması sağlanırdı.


Yay yapımında kullanılan el aletleri (Yukarıdan aşağıya: Keser, taş'in, tencek) (Askeri Müze-Harbiye/İstanbul)

Yayın en büyük düşmanı nemdir. Nemden koruma gereğinin yanı sıra, atıştan önce performansını yükseltmek için yay özel kutular içinde veya güneşte ısıtılır ve sinir ile tutkalın bünyesindeki su buharının uçması sağlanırdı. Buna “timar vermek” denirdi.
Yaylar kullanım amaçlarına ve yapılış metodlarına göre puta (hedef), menzil, kepaze, timarlı, tozlu, tirkeş, sağrılı gibi çeşitli isimler alırlardı.
(Bu metindeki katkılarından dolayı Sn. Süleyman Cem Dönmez'e teşekkür ederiz.) - kemankeş.com'dan alınmıştır.

(Aşağıdaki iki fotoğraf Sayın Süleyman Cem Dönmez tarafından şahsıma gönderilmiştir.)
- Süleyman Cem Dönmez'in günümüz şartlarında yaptığı Osmanlı Yayı .

- Ziraat mühendisi olan Sayın Süleyman Cem Dönmez; günümüz imkanlarıyla kendi yaptığı Osmanlı Yayını gererken.

- BU İKİ YAY USTAMIZ ve DİĞER UĞRAŞANLAR KÜLTÜR BAKANLIĞI TARAFINDAN DESTEKLENİP, BİR PROJE ÇERÇEVESİNDE OSMANLI YAYLARININ YAPIMINA ACİLEN BAŞLANMASI GEREKMEKTEDİR . ÇAĞ KAPATIP ÇAĞ AÇAN ATA YADİGARI OSMANLI YAYINA SAHİP ÇIKMAZSAK BAŞKALARI SAHİPLENECEKTİR. İLGİLİLERE DUYURULUR !...

OSMANLI YAYI YAPIMI RESİMLERİ :




16 Ağustos 2007 Perşembe

Kaybolan Okçuluk Kaynaklarımız

OK

GENEL BİLGİLER
Ok Türk'ler tarafından i'câd edilmiştir. Daha önceki devirler hakkında bir bilgimiz olmadığı için ok ve okçuluğun en parlak zamânının Osmanlı'lar devrine rastladığını söyleyebiliriz.Ok ile ilgili Hazret-i Muhammed'e atfedilen 40 hadîs, Sultan İkinci Mahmud zamânında Eyüp Câmi'i imâmı Abdullah Efendi tarafından tefsîr ve tercüme edilerek pâdişâha sunulmuştur.İslâmiyet'in ilk zamanlarında Arap oklarının mesâfesi bugünkü ölçülerle 500 metreyi geçmiyordu. Osmanlı'ların elinde ok 845.5 metreye kadar fırlatılmıştır.

ÜNLÜ OKÇULAR
Osmanlı'lardan önceki dönemlerde yetişen Türk Okçuları hakkında elimizde maalesef bir kayıt yoktur. Bundan ötürü yalnız Osmanlı'lar döneminde yetişmiş ok pehlivanlarının adları zamânımıza ulaşmıştır. Bu pehlivanların lâkab ve adları şöyledir:
Deve Kemâl
Solak Havandelen
Bursa'lı Şûcâ
Tozkopan iskender (Okmeydanı'nda bugüne kadar geçilemeyen iki menzilden biri olan 1281,5 gez [*1] mesâfeli menzilinin sâhibi...)
Gürz sinân
Benli karagöz
Mîra'lem Ahmed Ağa (Ahmed Paşa, Kemankeş Ahmed Beğ, Kaptân-ı deryâ Ahmed Paşa... Okmeydanı'nda bugüne kadar geçilemeyen iki menzilden biri olan 1279,5 gez mesâfeli Güneydoğu menzilinin sâhibi...)
Yahyâ Ağa
Arabacı Mahmûd
Lenduhâ Câfer
Çullu Ferrûh
Zehgîrci Kâsım
Kuburcu Hüsrev
Kosta Hüseyin
Güre Tosun
Araboğlu İbrâhim
Lokumcu Solak Ali
Sığırcı Kâsım
Parpul Hüseyin Efendi
Kör Kâmil
Üfürükçü Ece
Usta Karaca
Yatmazağaçoğlu Bâlî Beğ
Kemhâcı Dîvâne Kâsım

TAŞ DİKEN PÂDİŞÂHLAR
Üçüncü Selîm (1012 gez)Sultân İkinci Mahmud (1225 gez... Pâdişâh atışlarının en uzun mesâfelisi...)ÜNLÜ TAŞLAROkmeydanı'nda 15inci yüzyıldan bu yana en uzun gezli taşlar şunlardır:1. 1. 1251,5 gez mesâfeli Bursa'lı Şûcâ menzili2. 2. 1279,5 gez mesâfeli Tozkoparan İskender menzili3. 3. 1271,5 gez mesâfeli (lodos menzilli) Kaptan Ahmed Paşa menzili4. 4. 1281.5 gez mesâfeli (gündoğusu menzilli) Tozkoparan İskender menzili* * *YAYYayların boyu 11-12 tutam [*2] dır.Yay birinci, orta, ikinci boy olmak üzere üç boy olur.Umûmîyetle dört parçadır: Ağaç, tutkal, sinir, kemik.En büyük yay 115, en hafif yay da 95 dirhem [*3] den fazla veyâ noksan olmamalıdır.Yapılışı güç ve büyük bir dikkat isteyen yay hassâsîyetini asırlarca muhâfaza edebilir.Bâzı kuvvetli pehlivanlar 115 dirhemden daha ağır yaylar kullanmışlardır. Bursa'lı Şûcâ yıldız menzili taşını 107, Tozkoparan İskender Edirne'deki menzil taşını 130 dirhemlik yaylarla yapmışlardır.Osmanlı'larda Muhiddin, Süleymân, Usta Pervâne, Büyük ibrâhim, Yahyâ, Mehmed isimlerindeki ustalar Osmanlı yaylarına zerâfet, estetik ve balistik mezîyetler vermişlerdir.Yay AğacıEn iyi yay ağacı Gerede'de yetişen Akça ağaçtır. Tutkalı çok fazla emerler. Bu karaağaçların ihtiyâr gövdeleri kesilir, kökten çıkan sürgünler iki bilek kalınlığında olunca yerden 25 santim kadar yukarıdan 13-14 tutam kesilir. Ortadan eşit olarak iki kısma ayrılır. Bir kazandaki soğuk suda üç gün bekletilir. Üç günden sonra kazanın altına ateş yakılarak kaynatılır. Bu kaynama süresi de üç gündür. Sonra ağaçlar çıkarılır. Talaş alevine tutulur. Biraz suyunu çektikten sonra tutkala yatırılır. Ağacın tutkalı iyice emmesi beklenir.Bu işlemden sonra ağaç, kalın tahtalara oyulmuş, iki ucu içine kıvrık kalıplara sıkıştırılır ve urganlarla bağlanır. Asıl i'mâl devri kalıptan çıkarıldıktan sonra başlar. Kurulduktan sonra dış tarafa gelecek kısmına sinir yapıştırılır.Yay ağacı 10 yıl bekletildikten sonra işlemeye alınır.TutkalTutkal yay ağacına elastıkîyet veren bir maddedir. Yayın en mühim maddesini teşkîl eden tutkal, çok titiz hazırlanan bir maddedir. Yay tutkalları bilhassa Gelibolu civârındaki Çakal (Çokal) köyünde yapılır ve bu isimle anılır.SinirEn iyi sinir için, Trakya'da yetişen inek ve öküzlerin ayak bileklerinden diz kapaklarına kadar olan sinirler bir araya toplanır, yıkanır, kurutulur, kaynatılır ve eritilir. Bu erime sinirlerin lif lif ayrılmasını te'mîn eder, Sinir, yayın kurulduktan sonra dış tarafına gelen kısmına i'tinâ ile döşenir.Bu hesâblar öylesine incedir ki, meselâ puta yaylarına öküz siniri, menzil yaylarına inek siniri döşenir. Bu işlem yaya müthiş bir elastikîyet verir.Kemik (Boynuz)Yay kemiği tâbîr edilen boynuz bilhassa mandaların boynuzlarının dış kenarından yapılır. Boynuzun en sert yerleri de kenarlarıdır. Menemen yöresinde yetişen uzun boynuzlu genç öküzlerin boynuzları makbûldür. Boynuzların dış kenarları kökten uca kadar bir kapak hâlinde kesilir. Kazanda kaynatılır. Sonra çam alevinde yumuşatılır ve düzeltilir. Dar tahta kalıplara sıkıştırıldıktan sonra kurutulur, yay tahtasına Çakal tutkalı ile yapıştırılır, üzeri raspa edilir.ÇelikKabzanın tam orta kısmına isâbet eden ve iki boynuzun arasında kalan iki milimlik aralığa beyaz bir kemik yerleştirilir ki buna da çelik denir.ÇileÇile, yayın iki ucuna takılan ve oku fırlatmaya yarayan bir kaytandır. Harp yaylarında çile yerine koyun ve keçi gibi hayvanların bağırsaklarından yapılan gâyet kuvvetli bir ip kullanılır. Çile saf ipektir. Günlerce kaynatıldıktan sonra gölge yerde kurutulmaya bırakılır. Sonra bükülerek ip hâline getirilir. Çile yalnız yarışma yaylarına takılır.Özel bilgilerYaylar i'mâl edilirken meşhûr ustalar ağaç yağlanmasın diye yağlı yemek, kuru fasulye yemezler, yayı odun veyâ kömür dumanından bucak bucak saklarlar. Bundan sonra eğer süslenecekse yayın dış kenarına altın yaldızlarla resimler yapılır, çile takılacak yer açılır, cilâsı tamamlandıktan sonra yay i'mâli tamamlanmış olur.TılsımTürk yayları ile Avrupa yayları arasında ilk bakışta dikkati pek çekmeyen fakat bilhassa uzun mesâfe atışlarında çok lüzûmlu olan bir özellik vardır. Türk yaylarında kabza çıkıntısı dışa doğrudur. Beden kısmının kasan gezine yakın olan taraflarında hissedilir bir kalınlık vardır. Tanguç (tonguç) başlığı denilen kısım ise bir ayın iki ucu gibi muntazam kıvrılmaz ve içeri doğru eğiktir. Bu iki özellik yüzlerce yıllık denemelerden sonra elde edilmiştir.Yayın da kılıç gibi incelik ve tılsımları Avrupa'lar tarafından bir türlü keşfedilememiştir.Yayın KurulmasıYay kurulmadan önce uçları içe kapanıktır. Okçu bu uçları tutup kabza kısmını dizine dayar, iki ucu tersine kıvıra kıvıra birbirlerine yaklaştırır ve kirişi takar. Atışlardan sonra yay boşaltılır yâni kiriş çıkartılır. Yay da kurulmadan önceki hâlini alır. Yay rutûbetsiz bir ortamda duvara asılarak korunur. Yarışma yaylarının uçları halkadan yeni çözülmüş yaylar gibi içeriye fazlaca kıvrık değildir.* *
*OK
ÇubuklarTürk'ler oku çam ağacından yaparlar. Çamın her cinsiyle ok yapılmaz. Osmanlı'lar uzun yılların tecrübelerinden geçtikten sonra Kaz Dağları'nın bir kaç bölgesindeki çamların ok yapımına en uygun ağaçlar verdiğini görmüşlerdir. Bayramıç'taki Çavuşlu köyü ve çevresindeki 20 küsûr köy, ok çamı kesmek sûretiyle geçimlerini sağlamışlardır. Çamların bilhassa saz telli, kaya telli, koğaz ve peltek denen cinsleri ok için en uygun olanlarıdır. Her yıl sonbaharda çamların suyu hafif çekildiğinde bilek kalınlığındaki sürgünler, yerden 25-30 cm. yukarıdan 125-150 cm. uzunluğunda, budaksız olmak şartıyla kesilir. Kalınlıklarına göre iki veyâ dört kısma ayrılır. Keskin bıçaklarla düzeltilerek rutûbetsiz bir odada üç ay bırakılır. Daha sonra 20-25˚'lik odalara konur. Sararıncaya kadar bu harârette bekletilir. Ok çubukları bu harârette çok bekletilirse esneme kâbilîyetini kaybeder. Çubuklar bu süre içinde yağını vermiş ve tamâmiyle kurumuş olur. Bundan sonra 15-16˚'lik bir sıcaklık içinde üç yıl ilâ beş yıl bekletilir. Ancak bu süre sonunda çubuklar ustaların ellerine geçer ve kullanılacakları işe göre kısım kısım ayrılırlar. Ağaçların bu zamânına tav zamânı denir. Harp okları başka, tâlîm okları başka, yarış okları başka olur.Oklar vazîfelerine göre adlandırılırlar. Muhârebe okları, hedef okları, uzun mesâfe okları gibi... Ayrıca bunların da çeşitli tipleri ve adları vardır.Okların en hafifi 2 dirhem 1 çekirdek [*4] olanıdır.Oklar boyları ne olursa olsun 24 derece diye bir nisbet üzerinden kabûl edilir. Baş taraftan 4 derecesi boğaz, ondan sonra gelen 7 derecesi göbek, ondan sonraki 6 derecesi şalvar, son kalan 7 derecelik parçaya da ayak denir.YelekOkların üzerine kuğu, kerkenes, karabatak ve tavşancıl kuşlarının tüyleri yelek olarak yapıştırılır. Yelek okun dengesini ve havayı yarmadaki kolaylığını sağlar. Tımarlanmış ceylân derisi de yelek olarak kullanılabilinir. Daha çok yaşlı karabatak kuşlarının tüyleri makbûldür. Ebuş denilen ok cinsine balıkçıl kuşunun tüyleri helezônî olarak sarılır. Tüylü oklar diğerlerine göre daha pahâlı ve makbûldür.Başak (Temren)Okun ucuna konulan sivri demire başak veyâ temren (temürgen) adı verilir [*5]. Acem'ler buna peykân derler.Sesli OklarYarışmalarda kullanılan kılavuz oklar havada seyrederlerken ses çıkartırlar. Bu ses okun yelek kısmına yakın açılan bir delikten geçen hava ile oluşur. Sesli okun mu'cidi Büyük Türk Kağanı Tanrıkut Mete'dir [*6].Ok ağacını 5 yıl bekletilip sonra işlemeye alınır.Ok da kılıç gibi mukaddes sayılır, üzerine yemîn edilir.* *

*OK ATIŞINDA USÛL
Ok atmada bacakların gövdenin ve kolların duruşu çok önemlidir.Ok atışında, yay kabzası üzerine sarılan hafif tutkallı bir bezin yaptığı çıkıntı, sol elin başparmağının etli kısmından sonra gelen avuç içi çukurluğuna oturtulur. Kabza hava sızmayacak şekilde kavranır. Önce alttan iki parmak kabzaya dolanır, sonra orta parmak bez çıkıntısının üstüne çekilir. Şahâdet parmağı orta parmağın üstüne kıvrılır, başparmak da orta parmağın kabzaya sıkı sıkı sarılmasını sağlar.Kabzayı kavrayan sol el bileği düz durmalıdır. Yayı tutan sol el tam burun, kirişi çeken sağ el de tam kulak hizâsında olmalıdır. Ayrıca kabzayı kavrayan sol elin ortasından kirişi tutan sağ elin dirseğine kadar olan mesâfe düz bir hat üzerinde bulunmalıdır. Sağ kolun omuzdan yukarı veyâ aşağı kayması hem nişân almaya hem de mesâfenin uzun veya kısalığına te'sîr eder.

OK YARIŞMALARI VE KÂİDELERİ
Ok atmaya yeni başlayan istîdâtlı kimselere boy, kol, pazu kuvvetine göre yaylar ve oklar verilir. İlk bakışta pek kolay görülen ok atma aslında güç ve devâmlı ekzersiz isteyen bir iştir.İstîdât ve kâbilîyetli olup da yarışmalara girmesine izin verilen genç okçuların ellerine yay ve ok almalarına müsâade edilir. Buna icâzet denir. Bir genç tîrendâz beşyüz metreye kadar ok atabilmelidir. Okçular kategori olarak beş sınıfa ayrılırlar: 500 cüler, 700 cüler, 900 cüler, 1000 ciler, ve 1100 cüler. 500 metre mesâfeye atabilenler meydana kabûl edilirler. 700 ve 900 gezi aştıktan sonra o okçuya meydan şeyhleri tarafından kabza verilir ve yarışlara girme hakkı tanınmış olur. Bu barajın aşılmış olması meydan hakem ve şeyhlerinin şâhitlikleri ve yeminleriyle tasdîk edilir. Bu yeni okçu için parlak bir tören yapılır, meydan şeyhlerinin hazır bulundukları bir yarışma düzenlenir, hürmet olsun diye önce şeyh ve eski taşçılara ok attırılır, sonra duâlar yapılarak genç okçuya başarı dilenir, o da ok ve yayını öperek başına koyduktan sonra atışa başlar. 1000 ciler yarışmalarda 9 ok, 1100 cüler ise 11 ok atmak hakkına sâhiptirler.Taş; Diğer Bilgiler...Bir okçu atış yaptığı yere bir taş diker. Buna ayak taşı denir. Okun düştüğü yere dikilen taşa da ana taş adı verilir. Okçu ile hedef arasındaki düz hattın sağ tarafına sancak, sol tarafına kabza denir. Ok hedeften 30 adım sağa veyâ sola düşerse karavana atılmış sayılır. Kılavuz oklar ses çıkaran oklar olup, havacılara (hakem) düştükleri yeri bu sesle belli ederler. Hedefi aşan okçulara "ok kaçırdı" denir. Ok sporunda havacılık çok tehlikeli bir meslektir. Hedefin veyâ menzilin hemen etrâfında bulunan havacılara ok saplandığı görülmüş hâdiselerdendir.Yaylar kurulduktan sonra meydan görevlilerinden biri yüksek sesle hakemlere bağırarak "Hava eyle" der. Havacılar da tülbentlere sarılmış küçük taşları havaya atar ve yerlerini belli ederler. Okçular o yöne yönelir, oklarını atarlar. Okun toprağa saplanışını havacılar iki diz üstüne çöküp kulaklarını toprağa dayayarak anlarlar.Toplu hedef atışlarında okçular iki takım hâlinde kümeleşirler. Hangi takımın önce atacağı kur'a ile belirlenir.Yeni Taş DikmeUzun mesâfe atışlarında, yeni taş diken bir okçu çıkarsa, o okçu için büyük bir tören yapılır. Eğer pâdişâh meşgûl değilse akşam saray sofrasına dâvet edilir. Yeni taşın tesbît edilmesi için okun düştüğü yer havacılar tarafından gösterilir. Dört meydan şeyhi ve yarışmada hazır bulunan ihtiyâr taşçılar hep birlikte oraya gider, gözleriyle görür, tekbîr ve duâlarla oku topraktan çıkarır, Fâtihâ'lar okurlar, üç İhlâs-ı Şerîf bağışlarlar. Bu duâlar ölmüş taşçıların rûhlarına ithâf edilir. Yeni taş diken okçu da sağ elini yayın kabzası üzerine kor, tekbîrler bittikten sonra Fâtihâ okunurken, hey'ette bulunanlar, ellerini okçunun elleri üzerine koyarak yeni taşı tasdîk ederler. Yere saplanan ok genellikle o okçuyu yetiştiren hoca tarafından topraktan çekilir, etekle silinir ve okçuya verilir. Hoca yoksa meydandaki en eski taşçı bu işi yapar ve "mübârek ola" diyerek oku sâhibine verir. Meydan töreni bu kadardır. Ancak yeni taşçı o gün meydanda bulunan okçulara ve meydan şeyhlerine bir ziyâfet borçlanır. Bu ziyâfet okçunun mâlî durumuna göre yapılır. Eğer okçu yoksulsa durum pâdişâha arz edilir ve ziyâfeti bizzat pâdişâh verir. Ziyâfetlerin masrafı en az 100 akçadır.*

* *OSMANLI ORDUSU'NDA OK TÂLİMLERİ
Osmanlı Ordusu'nda ok tâlimlerine çok önem verilir. Ok hafifliğine ve görünüşteki sâdeliğine göre pahalıya mâl olan ve uzun emek isteyen bir mermi gibidir. Asker için bunun bir tekini bile boşa atmak züldür. Hele savaşlarda bir tek oku bile boşa atmak, Türk okçusu içi afvedilmez bir nefs cezâsıdır.Bayram günlerinde, zafer şenliklerinde, pâdişâh düğünlerinde, şehzâde sünnetlerinde düzenlenen eğlenceler ve yarışmaların çoğu ok üzerinedir. Fâtih'in şehzâdelerinin sünnetinde, nişâncıların bir at nalını vurup ortadan parçaladıkları, yüksek bir direğin başına asılan bir feneri koşarak ok atmak sûretiyle indirdikleri, polat levhaları deldikleri, 500 m. uzaklıktan oda penceresi büyüklüğündeki deliklere (~ 1 m. x 1 m.) ok geçirdikleri, bir dakîkada 90 ok atışı yaptıkları bilinir. Aslında Ordu içinde bir dakîkada 90 ok atan okçular çoğunluktadır.Birinci Kosova savaşında zafer okçular sâyesinde elde edilmiş, Fâtih'in Uzun Hasan'la yaptığı Otlukbeli savaşı da yine Türk okçularının ustalıklarıyla kazanılmıştır.* *

*YARIŞMA ALANI:

OKMEYDANI
Bugünkü Okmeydanı Ak Şemseddîn Hoca'nın arzûsuyla ve Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın emriyle düzenlenmiştir. Fetih sırasında Bizans'lılar şehrin küçük büyük bütün putlarını Ayasofya'ya doldurmuşlardı. Fâtih bunların san'at yapısı olanlarının bir yerde saklanmasını istedi. Bir kısmını imhâ ettirdi. Taş veyâ ağaçtan yapılmış büyük putların 12 tânesi Okmeydanı'nın muhtelif yerlerine dikildi. Yeniçeriler bunlara ok atarak nişân tâlimleri yaptılar. Putlara atılan ilk oka "Puta ok" adı verildi. Bu olaydan sonra nişân atışlarında küşâd edilen ilk oka, kemânkeşler arasında "puta oku" denilmiştir.Okmeydanı o çağda köşklük, bağlık, bahçelik idi. Burasının yarış alanı olması kararlaştırıldıktan sonra Fâtih'in vezîri Fâik Paşa, bağ ve bahçeleri satın aldı. Subaşı Midilli'li Dâvût Beğ'in de bulunduğu bir mecliste herkesin parası teslîm edildi. Bu istimlâkten sonra meydandaki ağaçlar kesildi, evler yıkıldı, arâzî düzeltildi. Bir emrî fermân çıkartılarak bu sâhaya bağ, bahçe kurmak, su kanalı açmak, kuyu kazmak, mevtâ gömmek gibi şeyler kesin olarak yasaklandı. Meydanın bakım ve gözetimi yeniçeri ağasına verildi.Târîhçi Ali Efendi'ye göre meydanın hudûdları şöyledir: "Sivrikoz Çardağı yerinden yıldıza doğru büyük böğürtlene ve incire, Yeniçeri Ağası Karagöz Ağa ile Galata Kadısı'nın diktikleri taşlara, bu taşlardan Manol Bağı'na, beylik büyük karlıktan Çakılı Tepe'ye, gündoğusunda Helvacı Karlığı'na, kıbleye doğru Câferâbâd Bahçesi'nin hendeğine, Atıcılar Tekkesi'nin yanındaki yola kadar olan saha." [*7]Okmeydanı Yarış Alanının YönetimiOkmeydanı'nın yarış alanının kendine has bir idâre şekli vardır. Okçuluk Türk'lerde ordulararası bir yarışma şeklini almıştır. Bu durumda da yarışmaların bir düzen ve kâide içinde yapılması mecbûriyeti doğmuştur. Bu düzenlemeler kısaca şöyledir:Okmeydanı'nı yönetenler dört kişidirler:1- Kemânkeşler şeyhi2- Atıcıbaşı3- Baş hakem4- Meydanın dâhilî işlerine bakan şeyhBu dört şeyhin emrinde 6şar kişi vardır. Ayrıca havacılar denen ve okların düştüğü yeri tesbît eden bir kadro da bulunur. Bunlardan başka meydanın bakım ve temizliği için 17 levent ayrılmıştır. Başta bulunan dört şeyh müşterek kararlarıyla yeniçeri ağasından sonra en çok selâhîyet sâhibi kimselerdir. Bunlar kahramanlıkta, okçulukta, ilim ve fende ileri gitmiş pâdişâha yakın kişilerdir. Saraya ve sofraya serbest girip oturabilirler. Yarışçılar arasındaki münâkaşa ve anlaşmazlıkları hallederler ve verdikleri karar pâdişâh tarafından dahi bozulmaz. Bu dört şeyh aynı zamanda taş dikmiş olan kimselerdir. Meydan usûl ve âdetlerine uymayan pehlivanlara evvelâ kemankeşler şeyhinin dışındaki üç şeyh ihtârda bulunurlar. Okçu bu ihtâra rağmen uslanmazsa vazîyet meydan kemankeşler şeyhine arz edilir, o da bir nasîhatta bulunur. Eğer kabâhat yine tekerrür ederse bu dört şeyh toplanır, suçluyu çağırır, kendisine, "Bizimle oturma..." diyerek onu meydandan kovarlar. Meydandan kovulan okçu bir daha yarışlara giremez, meydan sâhası içinde yay kullanamaz. Ancak o pehlivan kabâhatini i'tirâf, meydan kâidelerine uyacağına dâir yemîn eder, dört şeyhin elini öper, şeyhler de onu afvederlerse bu kere yay üzerine yemîn eder, yayı öpüp başına kor ve böylece yeniden meydana dönebilir.* *

*OK VE YAYIN DİLİMİZE KAZANDIRDIĞI TERİMLER
Ok ve yayın dilimize kazandırdığı, bugün dahi anlamını bilmediğimiz hâlde kullandığımız üç terim vardır. Bunlar,1- İki dirhem bir çekirdek = Abartılı bir giyimi ve bir yürüyüşü olan kasıntı kimse...2- Kepâze = Utanılacak bir fiilde bulunan kimse...3- Çile çekmek = Zor bir işi becerirken eziyet görmek, yapılan bir hatâdan ötürü vicdân azâbı duymak...Bu terimlerin asıl anlamları ise şöyledir :1-İki dirhem bir çekirdek = Aslında altın tartısıdır. Fakat aynı zamanda okların da tartısı olmuştur.2-Kepâze = Sert yarış yaylarından çok daha kolay çekilebilen hattâ 5 yaşındaki çocukların bile çekebilecekleri hâle gelmiş yaylara verilen addır. Bu yaylar yalnız idmanda kullanılır. Kolların kuvvetini sağlasın diye okçular, her sabah bu kepâze denilen yayı 100 ilâ 200 kere çekerek idman yapar, daha sonra sert yaya geçerler. Yayın böylece çekilip bırakılması zamân içinde kepâze sözünün halk dilinde istihzâ makâmında kullanılmasına yol açmıştır.3-Çile çekmek = Yayın çilesini çekmek... Çile çekmek sabır isteyen bir iş olduğundan bu mânâda kullanılagelmiştir.

Açıklamalar:

[*1] gez = 66-70 cm.
[*2] tutam = ~ 10 cm.
[*3] dirhem = 3,5 gr.
[*4] çekirdek = 1 dirhem/4 = 0,875 gr.
[*5] Mızrak başlıklarına yalman denir.
[*6] Motun Yabgu, Oğuz Kağan, Zülkârneyn Yalavaç... (Kağanlık yılları, M.Ö. 209-174)
[*7] O zamanki bâzı işâretler bugün kalmadığından veyâ isimleri değiştiğinden bugün meydanının nereden başlayıp nerede bittiğini bilmek mümkün değildir. Bu arâzî bugünkü ölçülerle yaklaşık 400 dönüm (400000 m.²) civârında olmalıdır.


* Kaynak :
- Ok... Hazırlayan: Tevfik EROL
- Tercüman, 21.04.1964-04.05.1964
- Ekler: TONYUKUK

---------------- \\------------------


Târihin bir. olağanüstü ve şâhâne işi
Kürşad'ın Költigin'in Çağrı Beğ'in “OK” çekişi
ATSIZ

*ESKİ TÜRK SPORLARI ÜZERİNE ARAŞTIRMALAR
Halîm Bâkî KunterIstanbul-1938

* * *Resim - Istanbul Okmeydanı’nda hedefe ok atışı (Franz Taeschner, 17nci YüzyıldaIstanbul Hayatı, 1. cilt, Hannover 1925)Taybuga'nın Ayasofya kütüphânesindeki kitapları ve o cildi terkîp eden ri­sâleler Okçuluktan, Atıcılıktan, Binicilikten, Ok ve Atıcılarından bahseden değerli birer eserdir (Fihrist numarası 2902 ve 3314, 3800 ). Bunlardan 3800 Nu. da kayıtlı kitabın 119 uncu yaprağının (7) ikinci yüzüne muahharen Mehmed Pehlivan adlı bir üstâd-ı kâmil, teknik bir bahse dâir mühim bir hâşiye yazmıştır. Mehmet Pehlivan zamânının en meşhûr pehlivanlarından olup 1651 senesinde ölmüştür.2. Resim Mehmed Pehlivan’ın mezar taşıMezar taşında: MEHMED PEHLİVAN KAF BER KAF, yâni “şöhreti Kaf’tan Kaf’a varan Mehmed Pehlivan” ibâresi yazılıdır. Aynı kütüphânede bulunan ve Kıpçaklı ma’rûf Lâçin tarafından Sultan Kayıtbay namına yazılmış olan kitap ile (Fihrist Nu.: 2899), Nâsiriddin Mehmed bin Yâkûb’un yazmış olduğu eser (Fihrist Nu.: 2899 mükerrer), Kemankeş Pirzirin’li Mustafa'nın birer nüshası Murat Molla, Millet, Süleymânîye kütüphânelerinde ve bir nüshası elimiz­de bulunan Kavisnâme'si (Murat Molla Kütüphânesi: Hamîdiye-Lala Ismâil kısmında, 559 Nu.; Millet Kütüphanesi, 913 Nu.; Süleymânîye Kütüphânesi, Aşir Efendi Hafîdî kısmı, 254 Nu.) spora müteallik eski kitapların en kıymetlilerindendir.Eski Stadlar ve KulüplerIstanbul’da 1453 yılından beri mevcût olan bir stad vardır ki Okmeydanı adıyla anılır. Burada yalnız ok atılmayıp atletik sporların da yapıldığı Topkapı Sarayı Arşivi’nde gördüğümüz târihî kayıtlarla sâbittir. Ancak bu stadda en geniş yer ok atışlarına ve ta’limlerine ayrıldığı ve meydanın bir çok yerlerinde rekortmenler adı­na mermerden âbideler dikildiği için burasına Okmeydanı adı verilmiştir. Burası Istanbul’un fethinde te’sis ve üzerinde tuğralar bulunan hudut taşlarıyla sınırı tahdît edilmiştir. Istanbul’un fethi gibi Türk’lerin uzun zamandan beri besledikleri büyük bir millî emelin Türk gücü sâyesinde istihsâl edildiğini gören devlet büyük­leri ve âlimler, bu zaferin hâtırasını ebedileştirecek bir eser olmak üzere Fâtih’in çadırının dikili olduğu yerde bu meydanı te’sis eylemişlerdir. Burada Okçular Tekkesi denilen bir kurum da mevcût idi. Burası toplantı ve idman salonları, kütüphânesi, müzesi, antrenör dâiresi, hattâ meccânî aşevi ile mükemmel bir spor kulübü idi. Yanında devlet erkânının ve ecnebî ricâlin ları ve merâsimi seyretmeleri için ilkin Mi’mâr Sinân tarafından inşa’ edilmiş, sonraları çok ta’mir görmüş bir de Kasr mevcuttu. İmparatorluk devrinde ok meydanlarının başlıcalarının adedi bir aralık otuz dördü bulmuştu. Belgrad, Sofya, Üsküp, Edirne, Cidde, Mekke, Kâ­hire, Bağdat, Şam, Amasya, Bursa, Diyarbakır, Ankara'da bulunan meydanlar bun­ların en meşhûrlarındandır. Hasköy sırtlarındaki Ok meydanından başka Istanbul’da (8) Yenibahçe'de dahi ok atışlarına ve ta’limlerine mahsus bir saha bulunduğu okçuların sicil defterindeki meşrûhâttan ve diğer bâzı târihî kayıtlardan anlaşılmaktadır. Bu iki yerden başka Davutpaşa ve Veli Efendi çayırlarında, Kâğıthâne'de ve Istanbul’un başka semtlerinde de ok atışları yapılırdı.Hasköy ile Kasımpaşa arasındaki ok meydanının iskelesi Haliç üzerindeki Hasbahçe idi. Buraya sonraları yapılmış olan Aynalı Kavak Kasrı da Okmeydanı’nın müştemilâtından gibi bir şeydi. Haliç’in her semtinden, Boğazdan ve Anadolu yakasından gelen güzel kayıklar ve türlü gemiler çevik kürek darbeleriyle, Hasbahçe iskelesine yanaşır, şehrin spora meraklı halkını ve devletin ileri gelenlerini Okmeydanı yollarına dökerdi. Kara yollarından da yaya olarak yâhut atla, arabayla hemen bütün şehir halkı Okmeydanı’na akardı.Geniş meydanın üzerinde ok ta’lîmlerinden ve müsâbakalarından başka husûsî mahallerde Pehlivan güreşleri, yaya koşuları ve diğer atletik sporlar da yapılırdı.Edirne’li Hasan Çelebi'nin “Ok Yay Risâlesi” adlı kitabında (Bayazıd'da İnkılâp Kütüphânesi'nde Muallim M. Cevdet merhûmun bıraktığı ki­taplar arasındadır.), Toz­koparan İskender'in Okmeydanı’nda bir yaya koşusundaki muvaffakiye­tinin hâtırâsını yaşatmak üzere buraya Ak mermerden nişan dikildiği yazılıdır.Bu meşhûr ok atıcısının menzil sâhibi olduğunu ve adına Okmeydanı’nda es­mer bir taştan iki sütun dikildiğini biliyorduk. Bu taşlar, Dârülaceze ile Okmey­danı telsizi arasından geçen yolun yakınında hâlâ dikili durmaktadır. Hasan Çelebi'nin kıymetli kitabı bu büyük sporcunun yaya koşularındaki kudretini de bize öğretmiş oluyor. Bu koşunun sür'at veyâ mukavemet koşularından hangisi ol­duğuna dâir, şimdiki halde, elimizde mütemmim ma’lûmat yoktur.....Okmeydanı’nda güzel manzaralı, her yere hâkim, genişçe bir çevrenin adı Çıksalın’dır. Bu ad, Okmeydanı’na a’it eski haritalarda da aynen yazılıdır. Bu kelime (11) Okmeydanı’nın, halkın hava ve güneş alması husûsunda i’fâ eylediği hizmeti bildi­ren ve belirten değerli bir dil vesîkasıdır. Çıksalın, iki emirden mürekkep Türkçe bir kelimedir......Spor Ka’nûnnâmeleri ve Sporcuların Sicilleri3. Resim Atıcılar Kanunnâmesi’nin ilk sayfalarındanOkçuların mütehassıs bir komisyon tarafından kaleme alınmış ve devrinin hükümdarları tarafından tasdîk edilmiş bir ka’nûnnâmeleri vardı. Ka’nûnnâme-i Rimât 29 sayfada 19 fasıldan mürekkep hacmi küçük fakat kıymeti büyük bir eserdir. Bu kitabı ve diğer bâzı vesîkaları iyiden iyiye tetkik etmek imkânını bana bahşetmiş olan eski kemânkeşlerimizden Vakkas Okatan Bey'e burada da teşekkürlerimi bildirmeyi borç sayarım. Okçular tekkesi şeyhi, Okçular Federasyonunun Reisi mesâbesinde idi. Meydanın intizâmını te’mîn etmek, disiplini muhâfaza eylemek üzere kurumun bir Hay­siyet Dîvânı ve altı kişiden mürekkep ayrıca bir zâbıta teşkîlâtı mevcuttu. Kurumun en yüksek Disiplin Âmiri zamanının en yüksek askerî makamı olan Yeniçeri Ağası idi. Okmeydanı’nda üstâd antrenörler, hakemler, haysiyet dîvânı gibi lüzumlu anâ­sırın hiç biri eksik değildi. Beynelmilel mâhiyette müsâbakalara hazırlık için burada te’sîs edilen kampların altı ay devam ettiğini ve sporcuların geceleri de kampta kaldıklarını, hattâ kendilerine uykuları esnasında tekayyüt ve ihtimam göstermek, sol kolu ve kalbi üzerine yatmalarına imkân bırakmamak için sabaha kadar vazîfe gören husûsî bakıcıların istihdâm edilmiş olduğunu o sıralarda yazılmış kitaplardan anlıyoruz (Kavisnâme, Kemankeş Mustafa, elimizdeki nüsha, S. 23-24). (12).....4. Resim Atıcılar Kanunnâmesi’nin başlangıcıOkmeydanı’ndaki uluların, en büyük hakemlerin evsâfı, Atıcılar Kanunnâmesi’n­de şöyle telhis olunur: “Sakîmi müstakîmden, müstakîmi sakîmden ayıralar. Bîgarez olalar. Umûr-ı meydânı, Ka’nûn-ı meydânı, Da’vâ-yı meydânı, Ka’nûn-ı remy-i meydânı icra’ ettireler (Atıcılar Kanunnâmesi, S. 15).Kanunnâmenin en çok gözettiği esas spor nezâhet ve nezâketi, sporcuların a’za­mî derecede ferâgati nefs sâhibi olması idi. Meydana ve Kuruma a’it bütün proto­kol kâideleri hattâ sofralarda oturma sırası, müsâbakaların teknik şera’iti, hakemlerin evsâfı, müsâbakalara girecek okçularda aranılan muâdelet şartları... hepsi kanunnâme­de gösterilmişti. Ok meydanlarında muntazam sicil defterleri tutulur, okçular bun­lara kaydolunurdu. Bu sicille kaydolunabilmek için Kabza almak, kabza alabilmek için de asgari 900 geze ok atabilmek şarttı (Bir gez 66 santimetredir).Kabza almak ta’bîriyle ifâde olunan merâsim bu şartı ihrâz eden okçunun antrenöründen ve kurum başkanından merâsimle Lisans almasından ibâretti.Sicilde kayıtlı okçular atışta gösterebilmiş oldukları muvaffakîyet derecesine göre mertebelere ayrılırdı. Bunların en yüksek derecesi menzil sâhibi olanlardı.5. Resim Atıcılar Kanunnâmesi, metnin ikinci sayfasıMenzil sâhipleri, her hangi bir menzilde rekor sâhibi olanlardır. Bunlar gerek kendi devirlerinde, gerekkendinden evvelki devirlerde o istikâmete atılmış olan en uzun mesâfeyi geçmeye ve o menzilde en son haddi istihsâle ve tesbîte muvaffak olabilen kimselerdir. Böyle büyük sporcuların namlarını ebedileştirmek üzere, ok­larının düştüğü yere, mermerden sütunlar dikilir, bunların üzerine de ekseriyetle manzûm olarak muvaffakîyetlerini tesbît eden sözler yazılırdı.6. Resim Atıcılar Sicil Defteri (1093 Hicrî târihinden başlayan defterin ilk sayfası)7. Resim Atıcılar Sicil Defteri’nden iki sayfaMîlâdî 1671 târihinden itibaren kabza alan kemankeşlerin kayıt ve tescil edil­miş olduğu defterde 3375 lisanslı ok atıcısının kaydı vardır.Üzerinde incelemeler yaptığımız bu defterde harplerde büyük yararlığı görülen bâzı bahâdır­ların, sekişien sefere koşmak yüzünden, spor sahalarında büyük nam bırakamadıkları bu yüzden spor sicillinde kendilerine lâyık olan mertebeleri almadıkları ayrıca şerh verilmiştir.Meselâ askerlik hayâtında ün almış Sefer Beşe adlı bir babayiğidin atı­cılar sicillinde ancak üçüncü dereceye kaydedilebilmiş olması şu suretle izah edilmektedir:Mezkûr Sefer Ağa ta’lîmhânecibaşı idi. Viyana seferlerinde büyük gazâlarda bulundu. Bunun ok ile eylediği gaza ömründe belki kimseye nasîb olmamıştır. Hattâ nakledeler ki Peşte muhâsarasında altıyüz kadar düşmanı okla helâk etmiştir. (16)Mezkûr gâyet pehlivan ve çekici idi. Lâkin seferlerde gezip ok atıp menzil dikmeye eli değmedi. Ordunun Sente seferine gittiği yıl ordu ağası ta’yîn olunup Belgrad'da merhûm olmuştur. Tanrı’nın rahmeti anın üzerine olsun......Okçulardan başka güreşçilerin, binicilerin, avcıların da husûsî teşkîlâtı, sicil­leri ve statüleri olduğu resmî kayıtlardan anlaşılıyor. (19).....8. Resim 17nci Yüzyıla âit yay kesesi (Yeşil kadife üzerinde ve altun yuvalar içinde gâyetkıymetli mücevherlerle süslenmiş...) Topkapı Sarayı Müzesi, Hazîne Dâiresi, 454 Nu.Türkler her devirde ve her yerde en güzel ok ve yayları yapmışlar, bunlar maddî kıymetlerle veyâ san’at vâsıtasıyla gîrânbahâ itlâkına sezâ bir hâle getir­mek için hiç bir şeyi esirgememişlerdir.Altınla, gâyet kıymetli ve nâdîde mücevherlerle tezyîn edilmiş, üzerinde kıy­metli tezhip eserlerini ve nefis yazılarla yazılmış mevzu’a a’it beytleri ihtivâ eden ok ve yaylarla teferruâtının en güzel numûneleri Topkapı Sarayı Müzesi'nin hazîne ve silâh dâirelerinde görülür......Sel­çuklu ve Osmanlı Türkleri de ok atışı kadar ok ve yay i’mâline dahi ehemmiyet ver­mişlerdir. Ok ve yay i’mâl eden san’atkârlar muntazam bir teşkîlâta ve sıkı bir nizâma tâbi’ idiler. Bunlar çok teşvik ve himâye görürlerdi. “Okçubaşılık”, “Yaycıbaşılık” gibi vazîfelerden başka okların arka taraflarındaki tüyleri ihzâr ve tatbîk eden san’atkârların reisi olarak “Sorguççubaşılık” mansıbı da vardı. Bunların meslekî sahada önemli vazîfeleri, salâhiyetleri ve mes'uliyetleri vardı. Ok ve yay i’mâlinde ve sa­tışında narh, tahdit ve normalizasyon gibi iktisâdî kâideler sıkı bir sûrette tatbîk edilmekte idi. Bunlara dâir bir çok fermanlar, tenbihnâmeler, telhisli arzuhaller elimizde bulunmaktadır. (22).....9. Resim 17nci Yüzyıla âit murassâ bir ok kesesi (Sadak) (Yeşil kadife üzerine altun yuvalar içindezümrüd, Yâkut, Elmas ile murassâdır.) Topkapı Sarayı Müzesi, Hazîne Dâiresi, 453 Nu.Ka’nûnî devrinde yetişen meşhûr kemankeş Tozkoparan İskender’in lodos menzilinde Bursa’lı Şûca’ı geçmek için on sene çalıştığı, fakat bu menzilde muvaffak olamayıp “Ah lodos menzili! Ah lodos menzili!” diyerek öldüğü meşhûrdur. (24).....Uzun zamanlar bırakılıp unutulmuş olan sporlardan okçuluk adetâ kay­bolma derecesine gelmişti. Istanbul’da ancak beş atıcı ile iki tane de Ok ve Yay yapabilecek zat kalmıştı. Halbuki okçuluk yüzde yüz millî bir spor­dur. Türk yay ve oklarıyla eski usullere ve kaidelere göre ok atışlarını ta’lîm ve ta’mîm etmek üzere bir yıl evvel kurulan Okspor Kurumu (1937) dâhilde gördüğü rağbete mütenâzır olarak hâriçte de büyük bir alâka ile karşılanmıştır. Bilhassa Amerikalı­lar bu işi merakla ta’kîp etmekte ve Türk atış usulleriyle berâber Türk yaylarının yapılış tarzını öğrenmek istemektedirler. (27).....Ok MüsâbakalarıOk müsâbakalarında başlıca iki çeşit atış vardı:1-Menzil atışı, yâni uzun mesâfeye atış2-Puta atışı, yâni hedefe atışHedefe atış müsâbakaları, eski ta’bîriyle puta koşuları kişiler arasında yapıldığı gibi ekipler arasında da yapılırdı. Hedefe en çok isâbeti olan ekip koşuyu kazanır, öndül ona verilir. İki ekip berâbere kalmış bulunursa taksîm olunurdu.Kişiler arasındaki hedefe atış müsâbakalarında iki kişi berâbere kalacak olur­sa müsâbakaya iştirâk edenlerin cümlesi yeniden atarlar. İçlerinden birisi en çok isâbet te’mîn edinceye kadar müsâbakaya devâm olunur, en çok vuran öndülü alırdı. İki kişi nişana ok atıp ikisi de berâber vursalar nişanın ortasına yakın vuran öte­kini geçmiş sayılırdı. Fakat öndülü alabilmek için en az isâbetin (üç) olması lâ­zımdı. Şimdiye kadar anlattığımız; muayyen bir mesâfeye konulan hedefin kar­şısına geçilerek yapılan atışlardır.Hedefe atış müsâbakalarının bundan başka şekilleri de vardır. Ve bâzıları pek zordur. Bunlardan biri ip altından yapılan atışlardır. Bu atışlarda 2,5 zira’-i mi’mârî yüksekliğine bir ip gerilir üç zira’ kadar gidilip ipin altından hedefe ok atılırdı. İstanbul ok meydanında yapılan puta atışlarında hedef olan sepet 300 gez mesâfede bulunurdu.Mısırda yapılan müsâbakalarda ise puta 140 gez mesâfeye konurdu. 300 gez mesâfeden bâhusus ip altından hedefi vurmak çok güçtü. Onun için herkes Istanbul’a varıp, üstadlar arasında hedefe ok atamazdı. Puta atışlarında diz çöküp ip altından hedefe ok atılan yerle hedef düz bir yerde yâni aynı hizada olursa vuruş kolay olurdu. Fakat hedef yeri, İstanbul ok meydanında olduğu gibi, yüksekte olursa hedefe oku i’sâl etmek çok güçtü. Zîrâ atış esnâsında yumruk biraz kaldı­rılsa ok ipin üstünden gider; ok ipin altından yürütüldükte bayıra isâbetle hedefine (38) gitmez. Okun hedefi vurabilmesi için gâyet mahâetli atış yapmak, oku ipin altın­dan fakat ipe gâet yakın âdeta temas eder bir vazîyette geçirmek lâzımdır. He­defe atışın bir şekli de yüksek bir direğin üzerindeki bir yumruk veyâ maşraba büyüklüğünde küçük bir hedefi koşar atla direğin altından geçerken vurmaktır. Hedefin küçüklüğü, atış için ayrılan zamanın bir andan ibaret olması, nihâyet ok atabilmek için her iki elin dolu dizgin giden bir at üstünde kullanıldığı düşünü­lürse bunu yapabilmenin ne kadar mahârete, idmana ve kuvvete ihtiyâc gösterdiği anlaşılır.Uzun mesâfeye atış müsâbakalarına gelince: Bunda da riâyet olunan bir çok esaslar vardı:1-Aranılan ilk esas müsâbıklar arasında muâdelet şartı idi. Bunu te’mîn için okçular dört sınıfa ayrılmıştı.1-İhtiyarlar (emekli atıcılar).2-Dokuzyüzcüler. (39)3-Binciler.4-Binyüzcüler.Uzun mesâfeye atış müsâbakalarına girebilmek için asgarî 900 gez mesâfeye ok atarak (kabza almak) yâni (Lisanslı okçu) olmak şarttı. 1000 gez mesâfeye atabilmiş olanlar Dokuzyüzcülerle, Binyüz geze atmış olanlar da bincilerle atamazlardı. Her sınıfa dâhil olanlar kendi emsâli arasında müsâbaka yaparlardı. Uzun mesâfe atışlarında ok, 80 gez aralıkla dikilmiş iki bayrak arasına atılırdı. En ileri giden ok müsâbakayı kazanır. Fakat iki bayrağın arasına düşmeyen yâni bayrakların dışına Çıkan oka itibar edilmezdi.2-Atış adedi sayılı idi ve gittikçe artan bir sıra ta’kîb ederdi:İhtiyarlar: beşerDokuzyüzcüler: yedişer (40)Binciler: dokuzarBinyüzcüler: onbirerok atardı. Binyüzcülerin koşusuna başkoşu da denirdi. Bu koşuya giren müsâbıklar muayyen olan onbir ok üzerinden atış yaptıkları gibi sözleştikleri kadar da atabilirlerdi.3-Müsâbaka ve öndül için ok atıldıkta, atanların cümlesinin yay ve oklarının müsâvi olması, yâhut cümlesinin bir yayla ve aynı evsafta ok ile atmaları lâzımdı.4-Dört sınıfa ayrılmış olan müsâbıkların atacağı okların nevileri de mu­ayyendi. İhtiyarlar Azmayiş denilen okla, dokuzyüzcüler Heki ile binciler ve binyüzcüler Peşrev cinsi okla atış yaparlardı.Öndül koymakta esâs bunu velâyet-i ammeyi hâiz olan devlet reisinin koyması idi. Fakat bâzı şerâitle şahısların dahi öndül koyması câiz idi. Burada en çok dikkat edilen nokta koşuların ve öndülün sporu teşvik edici mahiyetten çıkmaması, kumar hâlini almaması idi. Meselâ iki kişi at, araba yarıştırmak veyâ ok yarışmak murâd etseler ikisi birden öndül koyup hangimiz geçerse o alsın demek memnu’ idi. Biri koşu koyup biri koymasa, koşu koyan geçerse vermez kendinde kalır. Ar­kadaşı geçerse almak câiz olurdu. Müsâbaka üç kişi arasında olur da ikisi öndül koyup biri koymazsa, öndülü koymayan geçerse öndülü alır, öndülü koyanlardan biri geçerse öndül kendinde kalırdı. İki üç kişi arasında böyle olduğu gibi daha fazla kimseler arasında da aynı usûl cârî idi. Müsâbıklar kendi aralarında bahis tutuşup öndül koydukları gibi müsâbakaları tertîp edenler de kazananlara verilmek üzere öndüller koyarlardı. Bu takdirde, şerâiti uyarınca müsâbakaları kazananlara öndülleri verilirdi.Nişana ok atma müsâbakalarında diğer bâzı şartlar da vardı.Meselâ: Nişan uzak olup vurulması, yahut yakın olup da vurulmaması muhal olursa, yahut puta münâsip bir mesâfede olup da bilâ-fâsıla yüz ok vurmak gibi mükâfat verilmesi, muhâl bir şarta ta’lîk edilmiş ise yapılan mukâvele akdi batıl sayılırdı. Mahâret sâhibi olan bir sporcu ile müptedînin mukâvelesi sahîh sayıl­mazdı. Öndülün nev'i, akça ise miktârı ve iptidâ kimin atacağı müsâbakadan evvel ma’lûm bulunmak lâzım gelirdi. Koşuda ekipler sıra ile ok atar ve her ekipte bir hakem bulunup atıcıların ayaklarını ayak yeri denilen atış mahallinden ileri bastırmamağa nezâret ederdi.Atılan ok çıkışta olan fesaddan dolayı hedefe uzak düşse dahi muayyen atış adedine mahsûb edilirdi. Lâkin ok temiz bir çıkış ile yaydan kurtulup da yolunda giderken bora gibi bir hava ârızasına uğrar, yâhut kuşa çarpar veyâ çıkıştaki şiddete tahammül edemeyip de yolda paralanırsa sayılı olan atış adedine mahsûb edilmeyip yerine bir daha atmak i’câb ederdi. Nişan atışlarında ok atılan putayı, yahut sepeti rüzgâr yerinden kaldırıp başka bir yere getirse, hedefin rüzgâr ile var­dığı mahalle ok da varıp isâbet etse bu vuruş mu’teber sayılmaz. Fakat ok, hedefin yerini değiştirmezden evvel durduğu yere konarsa isâbet vâkî olmuş sayılırdı.Uzun mesâfe atışlarında olsun, nişan atışlarında olsun tesbît edilmiş daha birçok esaslar varsa da bunların burada tafsîline girişmek mevzu’umuz dışındadır. Arzettiğimiz i’zahat müsâbakaların tesbît edilmiş bir takım şartlar dâiresinde muayyen (41) usullere uygun olarak yapıldığını, hassasiyetle riayet olunan kaideleri, nizâmları ve kanunları bulunduğunu göstermeğe kifayet eder.Öndüllerin çeşitleri :Müsâbakalarda kazananlara verilen öndüller oldukça tenevvü arzederdi. Ağır kumaşlar, ipekliler, şallar, hil'atler yâni çok kıymetli ve ağır elbiseler, koç, at, kıs­rak gibi hayvanlar maddî ve manevî kıymeti haiz nevi eşya ve hâtıralar, yahut da para kullanılan öndüllerin başlıcalarıdır. Târihte bu öndüllerden biri de insan kanı olmuştur. Bu emsalsiz mükâfatı kazanan târihî şahsiyet meşhûr Türk sporcu­larından Sinan Subaşı'dır. Sinan Subaşı Silifke dizdarı iken Karamanoğlu kaleyi almış. Böyle kale verenleri öldürtmek zamanın hükümdarının mu­tadı imiş. Fakat kendisi ok müsâbakalarında namdar ve Istanbul’da delikli kaya yıl­dız menzili'nde 1119,5 gez mesâfe ile menzil sâhibi yâni rekortmen olduğundan kanı menziline öndül olarak ihsan edilmiş ve böylelikle mahkûm edildiği ölümden kur­tulmuştur.Sert ve kalın hedefleri delmek törenleri:Ok atışlarının üçüncü bir nev'i de zarp vurmak dedikleri atışdır. Bu atışta gös­terilen hüner demir veyâ tunçdan yapılmış safihaları okla vurup delmektir. Bu ma­denî safihalara eski spor teriminde Ayna derlerdi. Ve maharetli atıcılar okları ile bunların üste üste konulan bir çoğunu kolayca delerlerdi.Zarp vurmak denilen atışlar için de büyük merâsim yapılırdı. İlkin toplantı mahalli ta’yîn edilir ve vilâyet hâkiminden izin buyurultusu alınırdı. Üstad atıcılar her birine ok, yay, şeker, balmumu, hilâl ve tarak gibi haline münasip hediyeler gön­derilerek merâsime davet olunurdu. Halkta zevk ve sürür hasıl etmek için zamanın (42) muzikası (mehterhane) getirilir, sabah ve akşam bir sofra yemek verilirdi. Üç gün bu minval üzere ziyafet ve ahenk edip ondan sonra zarp vurma atışlarına başla­nırdı. Merâsimde bulunacak ayan-ı vilâyetin seyir ye temaşaları için oturacak yer­ler tertip olunur, eli ayağı, kılığı kıyafeti düzgün müstahdemler altın kâ­selerle seyircilere gûnagûn içecek sunarlardı. Kemankeş Mustafa'nın Kavîsnâme’sindeki tâbi’r veçhile “bunları bî-kusur ve lâ-küsur cümlesini hazır ve mühey­ya eylemek” şarttı. Kemankeş Mustafa' nın bu eserinde 46 ve 47 nci sayfalarda bulunan bâzı izahatı, husûsîyeti itibarile, aşağıya aynen iktibas ediyoruz:“Vilâyet hâkiminden izin buyurultusu alıp cemiyet olacak mahal ta’yîn oluna. Mertebesince üstadlara berveçh-i hediye kimine yay ve kimine ok ve kimine şeker ve kimine balmumu ve hilâl ve tarak gibi herkesin her birine ve haline münasip hediyeler ihda olunduktan sonra filân gün filân mahalde cemiyetim vardır, lûtfedüp teşrif buyurasınız diye davet eylemek gerektir. Ve halk-ı âlem zevk ve sürür hasıl olmak için mehterhane getirip ve bir sofra yemek sabahda ve akşamda anda yemek gerektir. Üç gün bu minval üzere ziyafet ve ahenk edip andan sonra meydan ortasında (43) bir direk dikip uracak aynaları cendereye sıkdırıp ve cendereyi ol direğe muhkem bend edesin ki asla hareket etmeye ........ ve nice ayanı vilâyet ol mahalle gelip seyr ü temaşa etseler gerektir. Onun için oturacak yerler tertip olunup mahbûbân-ı hûb rûyân zerrin kâseler ile gûnagûn eşürbeler ulaştırıp bahşışlar alsa gerektir. Bunlarıbî-kusur ve lâ-küsur cümlesini hazır ve müheyya eyledikten sonra meydanın ortasına gelip......” attığı oklarla yanyana sıkıştırılmış müteaddit madenî safihaları delecek olan atıcı pehlivan (Okçu) mehterhane heyecanlı havalar çalarken hedefin karsısına geçer, ya­yından şimşek gibi fırlayan oku ile aynayı vurur, okunun temren denen demir ucu aynayı delip öte tarafından çıktığı zaman derin bir zevk ve takdir ile merâsimi ve atışları seyreden halkın alkışları ortalığı kaplardı. Sertleştirmek için temrenlere su verilirdi. Temrenin suyu yazın sert olması kışın ise sert olmaması lâzımdır. De­mir aynalara atıldığı zaman temreni ok üzerine gayet sıkı tatbik etmek lâzım gelir. Tunç safihalara atıldığı zaman o derece sıkı olmazsa da zarar vermez. Su verilerek tavlanan ve sertliği te’mîn olunan demir temrenli oklarla demir aynalara yapılan atışlarda çok dikkatli bulunmak gereklidir. Bu atışın tehlikesini eski müelliflerden Mustafa şöyle anlatmaktadır: “Zarp okundan gayet sakınasın. Nice kimseleri kör et­miştir (Kavisnâme).Türklerle meskûn her yerde bu gibi müsâbakalar ve atışlar asırlarca devam etmiştir. Edirne’li Hasan Çelebi, Kânûnî devrinde yazmış olduğu risalede ok yay yapan veyâ kullanan büyük şöhretlerin “iki evli köye kadar girmiş ve yayılmış” olduğunu tasrih etmiştir.Son devirlerde 2nci Mahmut devrinde Istanbul Okmeydanındaki atışları seyretmek isteyen Amerika elçisinin bir gün meydana geldiği ve büyük Türk şâiri Abdülhak Hâmid merhumun büyük pederi Hekimbaşı Abdülhak Monla'nın kendisine refakat ederek mihmandarlık vazîfesini ifa eylediği, o devrin ok atışlarını tesbît etmiş olan Mustafa Kânî merhumun “Risâle-i Menzilân-ı Mey­dan” adlı eserinin 9uncu sayfasında yazılıdır. İstitrâd kabîlinden kaydedelim ki Hekimbaşı Abdülhak Monla da, oğlu Hayrullah Efendi de 900 geze ok atıp merâsimle kabza almış birer kemankeşdir. Her ikisi de atıcılar sicillinde kayıtlıdır. Büyük şâir Abdülhak Hâmid babadan babaya sporcu bir ailenin çocuğudur. (44).....Orta ve Şarkî Asya Türklerinde muhtelif vesîlelerle yapılan şenliklerde olduğu gibi umûmî veyâ husûsî ma’tem merâsiminde de spor hareketleri ve millî oyunlar eksik değildir.Grodekov'un Kırgızlar hakkındaki kitabında ölen erkeğin yıl dönümün­de yapılan Beyge'ye dâir i’zahat mevcut olduğu gibi (N. I. Grodekov, Kirgizi i Karakirgizi sır -dariinskoy oblasti, Tom. I; Yuridiçeskiy bıt; Taşkend, 1885. Seyhan mıntakası Kırgız ve Karakırgızları, Cilt. 1; Hukuk; hayat, S. 253-255.), Katanof'un Orta ve Şarkî Asya Türk Kavimlerinde Defin A’yînleri hakkındaki kitabında da bu bahse dâir malûmat vardır (N. P. Katanof, O pogrebalnıh obriyadah u Türkskih plemen Tzentralnoy i Vosloçnoy Azii, Kazan. 1844, S. 24.).Orta Asya Türkleri’nde revacta olan ve Huday yolu denilen âdet de geniş spor hareketlerine ve millî oyunlara vesîle olur. Huday yolu hayır yapmak isteyenlerin umum için tertip ettiği ziyâfetlerdir. Bu gibi hayrat yemekler muhtelif sebeplerle fakat yalnız bir maksatla yapılır: Tanrı’dan yardım, merhamet, mağfiret ve ihsan di­lemek, yahut da yaptığı ihsanlar için şükran arz eylemektir.Ölüleri anmak, hastaların şifa bulmasına dua etmek için yapıldığı gibi ailede erkek çocuğun dünyaya gelmesi, hasta akrabanın şifâyâp olması, mebzûl hasad ve sâire gibi sebepler dolayısıyla da yapılır. Huday yoluna yapıldığı yerin ahâlisi kâmi­len dâvet edildiği gibi her gelen geçen de alakonur.Huday yolu ne kadar uzakta olsa çağıranın sesini duyup da gitmemek pek ayıp sayılır. At yarışları, nişan atma müsâbakaları, pehlivan güreşleri, toylar gibi Hu­day yolunun da başlıca hareketini teşkîl eder. Bunlar bittikten sonra da’vet sâhibi­nin evinde misâfirlere yeşil Îran çayı ile şeker ve daha sonra pilâv, muhtelif Türk­men yemekleri ikrâm olunur. Halk hânendeleri ve çalgıcıları çalgı çalar, şarkı söy­lerler. Bakşılar şiirler okur.Prof. A. Samoyloviç, Göktepe avulunda ikâmeti esnâsında Kahşal avulunda yapılan bir Huday yolunu görmüş ve müşâhedelerini Türkmen Oyunları eserinde tafsilâtlı olarak nakletmiştir.Türk’lerin zinde ve hareketli hayatını yalnız son yıllardaki muharrirler ve müdekkikler değil eski muharrir ve müverrihler de ehemmiyetle kaydetmişlerdir. Bun­ların içinde dikkate son derece sayan olanlardan biri Câhiz'in bin yüz küsur se­nelik bir târihe mâlik olan Fazâil-ül Etrâk risâlesidir. (56)Câhiz Türk’lerin iftihâra değer vasıflarını, huylarını, nasıl harp ettiklerini, vücutlarını idmanla nasıl yetiştirdiklerini etraflıca anlatmıştır. Türk’lerin kuvvetini, savletini, cesâretini o kadar kuvvetle tavsîf etmiş ve tebârüz ettirmiştir ki kitabının bir yerinde Türk’lerin yiğitliği söylenirken onları arslana benzetmenin abes bir hareket olduğunu bile zikretmiştir. (57)Bir Arap müellifinin Türk’ler hakkındaki bu târihî şahâdeti ayrı bir kıymeti ve husûsîyeti hâizdir.Câhiz'in kitabından aldığımız bâzı kısımları aynen aşağıya dercediyoruz:“Türkün savleti şiddetli, azmi mekîndir. Atı hiç tetiğini bozmayarak düşman üzerine alabildiğine gider. Düşmandan korku nedir bilmeyen ve sırası gelince hayatını istihkâr etmekten kaçınmayan Türk, hayvanını böyle alıştırmıştır. Atını bir defa çevirse bile at dönmez bilâkis dolu dizgin gider. Meğer ki birkaç defâ zor­lasın. Türk dönecek olursa da ölüm saçar. Çünkü ileri harekette olduğu gibi geri dönerken dahi okuyla vurur ve kemendinden emin olunmaz (Eski Türk süvârilerinin hücûmları kadar ric'atlarının da tehlikeli olduğunu, geri çe­kildikleri zaman at üzerinde birdenbire geri dönerek kendilerine yaklaşan düşmana yağmur gibi ok yağdırdıklarını başka müverrihler de kaydetmişlerdir.) Türk’ler ile mukayeseye değer bir ordu yoktur. Harîcîlerin ve Arapların at sırtında iken ok atmaları zikre şayan değildir. Türk ise at üzerinde iken vahşî hayvanları, kuşları avlar. Ha­vaya atılan ok hedeflerini, saklanmış olan av hayvanlarını, yere dikilmiş nişanları, uçan yırtıcı kuşları, hayvanını dolu dizgin sağa ve sola, yukarı ve aşağı sevk ederken vurur. Harîcîler hedefe gözünü uydurup bir ok alıncaya kadar Türk on ok atar. Ârızalı yerlerde Türk, hayvanını harîcînin dümdüz yerlerde sürebilmesinden ziyâde sürer. Türk’ün iki önünde ve iki arkasında dört gözü vardır.Hayvanlarından birini dinlendirmek isterse yere basmadan diğerine geçer.Sür'at ile uzun zaman at üzerinde inkıtâsız gece ve gündüz beldelerden belde­lere varmak husûsunda Türkler harîcîler ile birdir. Şu kadar ki harîcînin hayvanı Türk’ün atı kadar mütehammil değildir. Harîcî hayvanını yalnız süvârîler kadar tedâvi edebilir. Türk ise bu hususta baytardan daha hazıktır ve istediği gibi terbiye etmek için hayvanını kendi eliyle doğurtmuş ve taylığından beri kendi büyütmüştür. Hayvanı daima kendisine tâbi’dir. Arkasından gelir. Kendi sıçrarsa hayvanı da sıç­rar. Türk eğer hayvanına ad takmış ise hayvan o adı bilir. Türk’ün bütün müddet-i ömrünü hesap etsen yerde oturduğu günleri nadir bulursun.Türk diğer askerler ile yola çıktığı vakit onlar on mil mesâfe kat edinceye ka­dar av saydetmek için sağa ve sola ayrılarak dağların tepesine kadar gider. Yerde yürüyen, saklanan, yere konan hattâ uçan kuşları avlar.Uzun menzillerde herkesin yorulduğu, meşakkatin şiddet kesb eylediği, artık hiç kimsenin ağzını açmağa mecâli kalmadığı, bir taraftan da soğuğun şiddetinden herkesin donmak raddelerine gelip önlerindeki yolun bitmesini beklediği zaman o dinçtir. Böyle meşakkatli ve imtidatlı yürüyüşlerden sonra konağa varıldığı zaman herkesin iki ayağını ayırıp oturduğu, hasta gibi inlediği ve rahatlanmak için kimi esnediği kimi dayanıp yattığı sırada Türk, bunların yürüdüğünün iki misli yol yürümüş ve avlanmak için onlardan ziyâde kendisini yormuş olduğu halde gözüne bir yaban merkebi veyâ bir geyik ilişecek olsa hiç yol yürümemiş ve hiç yorulmamış, sanki bütün o mezâhimi çeken bir başkası imiş gibi kemâl-i kuvvet ve şetâretle derhal avın arkasından sıçrar. (58)Eğer asker iki dağ arası dar bir vâdîde veyâ köprü başında sıkışacak olursa Türk, atını mahmuzlayarak asker arasından geçip diğer taraftan bir yıldız gibi doğuverir. Sarp bir geçitten geçecek olurlarsa yürümeği bırakıp dağın doruğuna yük­selir ve diğer bir mahalden dağ keçisinin inemeyeceği korkunç yarlardan aşağıya sarkar ki sen Türk’ün kendisini nasıl bir muhâtaraya ilka’ eylediğine ve birkaç defâ bu gibi mahallerden aşmış ve geçmiş ise nasıl sağ kaldığına taaccüp edersin. Hal­buki Türk dâimâ böyledir.Türk’ler dâimâ hâl-i harptedir. Bu mücâdele din ve mezhep için olmayıp hürri­yet, istiklâl ve ganîmet içindir. Türk hürriyetini ve irâdesini kimseye vermez.Türk’lerin bünyeleri hareket üzerine müesses olup durgunluk ve sükûnetle baş­ları hoş değildir. Zekâ ve fıtnat sâhibi olduklarından daima iş güç ile meşgul olmak isterler. Ruhî kuvvetleri bedenî kuvvetlerine faiktir.”Câhiz'in târih huzurundaki şahadeti pek ehemmiyetlidir. Beden kuvvetlerini bu kadar methettiği Türk’lerin ruhî kuvvetlerinin bedenî kuvvetlerine faikıyeti hakkındaki müşahede yukarıya naklettiğimiz tavsiflerin en kıymetlisi ve en çok dikkati celbe lâyık olanıdır.Bulundukları her yerde spora büyük ehemmiyet veren Türkler Istanbul’u al­dıktan sonra sporun her nev'ii orada da birdenbire büyük bir inkişaf arz etmiştir.Burada Atıcılık, Atletik sporlar ve deniz sporları gibi atlı sporlar da büyük bir revaç bulmuştur.Eski Istanbul’da muhtelif spor nevilerinin yapıldığı yerleri gösterir bir hari­tanın çizilmesi spor târihimiz bakımından önemli bir hâdise olacaktır.Muhtelif târihî membalardan ve Topkapı sarayındaki vesikalardan öğrendiği­mize göre Istanbul’daki eski cirid meydanlarından biri Topkapı sarayının deniz ta­rafında şimdiki cephaneliklerin bulunduğu yerde idi. Bu meydanlığın önünde ve sahilde bulunan meşhûr İnciliköşk öteki adiyle Sinanpaşa köşkü de büyük kayık yarışlarının yapıldığı ve seyredildiği yerdir.Burada 1579 milâdî târihine tesadüf eden hicrî 999 senesinde yapılan kayık yarışları hakkında Selânikî Târihinde oldukça izahat vardır (Selanikî Târîhi, S. 297.)“..... ertesi gün ziyafette Vezir-i Âzam ve Vüzera-yı İzam Hazeratının ve Yeniçeri Ağası’nın ve Rikâb-ı Hümayun ağalarının ve sair ağaların kayıkları koşusu seyrine derya yüzüne âmme-i âlem temaşaya çıkub ve öndüller konuldu. Yirmi beş kayıktan ileri gelüp öndül alan yine Vezir-i Âzam kayığı dahi anın ardınca Serdar Ferhad paşa kayığı geldi ve dahi üçüncü gün ziyafette kasr-ı şehriyarî önündeki kayık meydanında üstad cündî silâhşoran zarb ve harbe dâir envai hünerler izhar eyleyüp gaza meydanının çapik-süvarları ve arsa-i heyecanın dilirleri seyr ü temaşa olup hil'atler giydirilüp nüvazişler olundu ve peremeler koşusu oldu....”10. Resim Eski Atıcılar Kurumu’na başkanlık edenlerdenReîs-ül hattâtîn Hamdullah merhûma âit 911 Hicrî târihli menzîl taşıGerek Orta Asya’da gerek Ön Asya’da, çok eski devirlerden beri, Türk’lerde avcı­lık da çok ileri gitmiştir. Eski Türk’lerde büyük avların, garbın eski ve yeni avlarıyla kıyas kabul etmeyecek kadar büyük ihtişamı vardı. Tazı ve zağarlarla, şahin, doğan, sungur, tavşancıl, çakır gibi ava alıştırılmış türlü kuşlarla, kemendle, okla, (61) sonraları tüfekle yapılan bu avlara vaktiyle kadınların da iştirak ettiğini bâzı eski kayıtlardan ve minyatürlerden anlıyoruz. Aslı Biritiş Müzesi'de bulunan bir min­yatür Hindistan’daki bir Türk Kraliçesi’nin at üzerinde alıştırılmış bir kuşla ava gi­dişini göstermektedir.Eski Türkler çocuklarının veyâ torunlarının ilk defa avlanması münasebetiyle Şeylan veyâ Ceşn denilen büyük ziyafetler tertip ederlerdi. Hakanların bu gibi ve­silelerle verdikleri ziyafetler pek parlak olurdu. Sigir namı verilen umumî avlar eski Türk hayatında ehemmiyetli bir yer almakta idi.Oğuz Han Efsanesi’nin İslâmî ve gayr-i İslâmî şekillerinde avlar büyük bir mev­ki işgal eder (Prof. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatının Menşei, Millî Tetebbular Mec­muası, 2nci cild, 4üncü Sayı, S. 35.).Cengiz'in, Timur'un ve Yıldırım Beyazıd'ın avları pek meşhûr­dur. Bu umumî avlar Cengiz'den ve Timur'dan sonra da asırlarca devam etmiş ve tafsilâtı müverrihler tarafından kemal-i tantana ve tekellüfle zapt ve hikâye edil­miştir. Umumî avları şeylan=şölen denilen büyük ziyafetler takip ederdi.Cüveynî Târih-i Cihanküşâ’da Cengiz'in av merâsimini etraflı bir surette anlatmıştır (Cüveynî, Târih-i Cihanküşa, Gibb neşri, Leyden 1911, metin 19-20. Ve Cüveynî'den naklen Prof. M. Puad Köprülü, Millî Tetebbular Mecmuası, 2nci cild, 4üncü Sayı, S. 35-37.). Eski Türk avlarının azametini ve Cengiz yasasında umumî avlar hakkında mevcut olan ahkâmı anlatan bu satırları Türkçe’ye çevirerek buraya nak­lediyoruz :“Ve av işine ehemmiyet vermiş «Avlanmak asker emirlerine yaraşır. Zira silâh erlerine, mukatele edenlere avlanmayı öğrenmek mutlaka lâzımdır. Avcılar bir ava rastladıkları vakit ne suretle avlarlar, ne tarzda saf çekerler, adamların azlığına, çokluğuna göre bir avı nasıl ortaya alırlar. Bütün bunların öğrenilmesi gerektir. Ava hareket edecekleri vakit nerede bulunduğunu anlamak için adamlar göndererek avın çokluğunu, azlığını tahkik ederler. Asker işleriyle uğraşmadıkları zaman daima avla meşgul olmaları lâzımdır.Bundan maksat yalnız avlanmak olmayıp ava alışmaları, ok atmağa ve meşakkate idman etmeleridir» demiştir.Han büyük bir ava gideceği vakit avlanma zamanı kışın ilk mevsimine tesadüf ederse ferman vererek civardaki konaklarda bulunan ve etraftaki ordularda olan askerlerin ava hazırlanmalarını emreder. Ferman mucibince askerin her on nefe­rinden birkaçı ava hareket eder. Nerede avlanacaklarsa ava gereken silâh ve saireyi ona göre hazırlarlar. Askerin sağ ve sol cenahıyla merkezini tanzim ederler ve kumandasını büyük emirlere tefviz ederler. Hatunlar, cariyeler, giyim ve yiyimle yola düşerler. Avın bulunduğu yeri bir aylık, iki aylık, üç aylık yoldan kuşatırlar ve avı yavaş yavaş sürerler. Halkadan dışarı çıkmamasına dikkat ederler. Eğer an­sızın bir av aradan kaçarsa bunun sebebini en cüzî teferruata varıncaya kadar so­rup soruşturarak, bin, yüz ve on kişilik asker takımlarının zabitlerini döverler. Çok defa öldürdükleri de vakidir. Terke dedikleri safın düzlüğüne dikkat etmeyerek bir (63)adım ileri veyâ geri bulunan kişiyi te’dip hususunda çok ileri giderler, bunu ihmal etmezler. İki üç ay bu suretle av hayvanlarının sürüsünü sürerler. Hanın huzu­runa elçiler göndererek av ahvalinden ve avlanacak hayvanların azlığından, çoklu­ğundan haber verirler. Nereye vardı? Nereden kaçtı? Bütün bunları bildirirler. Halka daralıp iki üç fersah miktarı yaklaşınca ipleri birbirlerine ulayıp kementler atarlar. Asker çevrede omuz omuza dayanıp dururlar. Dâire içinde muhtelif hay­vanlar feryada ve bağrışmaya başlarlar. Yırtıcı hayvanların çeşitlileri coşar, köpürürler. Adeta kıyamet zuhur etti sanılır. Arslanlar yaban eşekleriyle bağdaşır, sırt­lanlar tilkilerle uzlaşır, kurtlar tavşanlarla nedim olur. Halkanın darlığı gayetle azalıp hayvanların dönüp dolaşması imkânı kalmadığı zaman evvelâ han, yakın­larından birkaç kişi ile meydana çıkıp bir saat kadar ok atar ve avlanır. Yorulunca hanzadelerin de gelerek avlanmaları ve sırasıyla büyük rütbeli kumandanlar ve za­bitlerle halkın gelerek avlanmaları için terkenin içinde bulunan yüksek bir yere konar, birkaç gün bu suretle avlanılır. Av hayvanlarından birkaç tane yaralı veyâhut sınık hayvandan başkası kalmayınca ihtiyarlar şefaat yollu Hanın önüne gelerek dua edip geri kalan hayvanların bağışlanmasını rica ederler. Bunun üzerine su ve otlağa en yakın olan yerden onlara yol verirler. (64)Bütün avlanan hayvanları bir araya toplarlar. Eğer sayılmalarına imkân yoksa yalnız yırtıcı hayvanlarla yaban eşeklerini saymakla iktifa ederler. Bir dost hikâye ederek dedi ki kağanın zamanında (yâni Cengiz'in oğlu Oktay Kağan’ın zamanında) bir kış bu suretle avlandılar. Kağan bakıp eğlenmek üzere bir tepenin üstüne oturmuştu. Her çeşitten hayvanlar onun tahtının önüne yüz tutup tepenin altında tazallüm eder gibi bağrışmağa başladılar. Kağan bütün hayvanların bırakılmasını, onlara ilişilmemesini ferman buyurdu ve emri yerine getirildi....Cengiz Hanın yasasında büyük avlar için şu hükümler mevcuttu: Ordudaki neferlerin idmanlara devamını te’mîn için her kış büyük bir av tertip edilecektir. Bunun için Mart ve Teşrin-ievvel (Ekim) ayları arasında geyik, karaca, dağ keçisi, tavşan ve bâzı kuşları öldürmek memnudur.”Cengiz ailesinde görülen umumî av merâsimi Timur saltanatında da bütün haşmetiyle devam etmiştir. Timur'un avları hakkında İbn-i Arabşah'da mevcut olan izahat Cüveynî'nin verdiği malûmata pek benzer (İbn-i Arabşah, Acaib-ül makdur, Mısır tab'ı, S. 219. ve ondan naklen Prof. M. Fuad Köprülü, Eski Türk Edebiyatının Menşei, Millî Tetebbular Mecmuası, 2nci Cild, 4üncü Sayı, S. 37.).Selçuklu’larda Çöğen (modern tâbi’riyle Polo) denilen top oyunuyla umumî avlar çok rağbet bulmuştu. İbn-i Bibi'de bu hususta kâfi tafsilât mevcuttur. Os­manlı’ların ilk devirlerinde Selçuklu’lardan iktibas edilmiş bir an'ane, seklinde yine bu umumî av merâsimi görülür. Yıldırım Bayazıd'ın Niğbolu’da aldığı Avru­palı esirlere muhteşem bir av seyrettirmesi ve Timur ile muharebe etmeden evvel onu istihkar kasdıyla ordusunu sürgün avıyla iştigal ettirmesi meşhûrdur.11. Resim Eski kemankeşlerden TâhiroğluMehmed Ağa’nın 1208 Hicrî târihli mezartaşındaki Ok-Yay süslemesiYıldırım'ın Timura karşı icra ettiği av hakkında (Hammer Tercümesi, cild. 2, S. 62) ve Niğbolu'daki muhteşem av hakkında da (Hammer Tercümesi, cild. I, S. 288) de tafsilât vardır.Niğbolu avına dâir olan malûmatı ehemmiyetine binaen aynen naklediyoruz:“Ziyade av meraklısı olan Bayazıd, asil mahbusları iade etmezden evvel ken­dilerini bir doğan avına götürdü. 7000 doğancı ve 6000 sekbandan aşağı olmayan maiyet-i halkının ihtişamıyla ile onlara hayret verdi. Av köpeklerinin arkasına ipekli örtüler ve parslara mücevherli tasmalar konulmuştu. Bayazıd'ın saltanatından beri doğancılar padişahın sayd takımını teşkil ediyordu. Dörde munkasem idiler. Asıl doğancılar, çaylak avcıları, akbaba avcıları, atmaca avcıları. Sekbanlar muahharen yeniçerilere ilhak olundu. Üç alay samsuncu, zağarcı, turnacı dahil olma­mak üzere sekbanların mecmuu 33 alaydı. Bu alayların dört büyük zabiti bizim zamanımıza kadar yeniçeri ağalarının maiyetinde en büyük zabit idiler. Osmanlı’la­rın almış oldukları efkâra göre büyük zabitler av hizmetlerinden müstaar unvanlarla iktisab-ı necabet ederler; nasıl ki küçük yeniçeri zabitleri de matbah hizmetlerinden me'huz unvanlarla. Şu garabetin sebebi Asya’lıların ezmine-i kadimeden beri yerleş­miş fikirlerince, sayd muharebenin en güzel misali olduğu gibi, yiyecek de kavga­nın en mühim levazımından biri bulunmasından ibarettir.”Yeniçeri teşkîlâtında sekbanlar ehemmiyetli bir mevki sâhibi idiler. Yeniçeri Ocağı: Yayabeyler, Bölüklüler, Sekbanlar namlarında üç kısımdan terekküp ederdi. (66)Yayabeyler birden yüzbire kadar 101 ortadan, Bölükler de birden altmışbire kadar tadad olunmak üzere 61 ortadan ve Sekbanlar dahi birden otuz dörde kadar numaraları haiz olmak üzere 34 ortadan teşekkül edip Yayabeylere Cemaat ve Bölüklülere Ağa Bölükleri yahut sadece Bölük ve Sekbanlara galat olarak Seymenler dahi denilirdi (Mahmud Şevket, Osmanlı teşkîlât ve kıyafet-i askeriyesi, 1nci Cild, S. 3.). Sekbanlar 65 inci cemaati teşkil ediyorlardı. “Bunların neferatı ziyade olmakla beyinlerinde bir azim erkân vazedip Sekbanlar kethüdası ve katibi ve başçavuşu ve neferatına 34 oda ta’yîn edip”(Levâmi’-ün nûr fî zalemet-i atlas-ı münevver, Istanbul, Üniversite Kütüphanesi, 4-1527) ayrı bir sınıf teşkil eylediler.Levâmi’-ün nûr’da Sekbanların adları hakkında şu izahat vardır:“Sebeb-i tesmiye-i Sekban:Fatih Sultan Mehmet Han şikâra mail olmakla ol asırda olan Yeniçeri ağasını davet edip kendi ile şikâra çıkmağa yarar muallem tazılar beslemek lâzımdır diyor. Yeniçeri yoldaşlardan bir bölük tazı beslemek için sekbanlar ta’yîn ettiler ve bunlar için başka sekbanlar fırını icad edip üzerine ondört akça ile bir ekmekçibaşı eylediler. Bu fırını Ayasofya kurbinde bina ettirip ve hünkâr ile av olurken şikara tazı yetiştirmeğe adam lâzım olunca neferatıyla sekban ta’yîn ederler. Bu ekmek bunlar içindir. Amma haliya gayriye sirayet etmiştir. Bu sekban başının cümle korular taht-ı zaptındadır.”Yeniçeri teşkîlâtında 68inci cemaat Turnacılar, 71inci cemaat de Samsunculardı.Avcılık Anadolu’da ve Rumeli’nde asırlarca Türklerin en mühim sporu olmuştur. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi'nde tetkik eylediğimiz kayıtlardan (Cebi hümayun defterleri, Fiş No. 529.) avcılığın gerek payitahtta gerek taşrada bir teşkîlâta tâbi’ olduğunu, Ankara, Çankırı ve Bolu avcılarının teferrüd eylediğini öğrenmiş bulunuyoruz. Vurulan avlardan pastırma yapılarak bunun hükümdara gönderilmesi bir âdet hükmünde uzun zaman devam etmiştir.Avcılar arasındaki eski an'anelerden birinin de “Kılkuyruk” takdîmi olduğunu ve buna mukabil 1001 çil akça ihsân edilmesi mûtâd bulunduğunu yine bu kayıtlardan öğreniyoruz. Bu defterlerde“... Evvel bahâr-ı huceste âsâr müjdecisi kılkuyruk arz olundukta....” gibi kayıtlara sık sık rast gelinir. Kılkuyruk bir nevi yaban ördeğidir.Türk târihinde büyük yeri olan avcılık bugün de yurtta en çok yayılmış sevilmiş bir spordur. Köylerimizde uçara, kaçara atmayan erkek hemen yok gibidir. (68)12. Resim 16ncı Yüzyıl’da Istanbul’da bir at koşusu sahnesi... Şehinşâhnâme, Topkapı Sarayı Müzesi, 200 Nu.Açıklama: Yazı içinde kırmızı parantez içine alınmış yine kırmızı renkli sayılar, anılan kitabın sunulan sahifelerine âit numaralardır.

Yazıların Kaynak Siteleri :http://www.tonyukuk.net/Ok.htm , http://www.tonyukuk.net/Ok1.htm .

Osmanlı Yayı Video: ( http://www.youtube.com/watch?v=Nxdh2XMSfgc )

15 Ağustos 2007 Çarşamba

OSMANLILARDA OKÇULUĞUN KURUMLAŞMA PARAMETRELERİ

OSMANLILARDA OKÇULUĞUN KURUMLAŞMA PARAMETRELERİ

Doç. Dr. Özbay GÜVEN


GİRİŞ

Kültürler dünyanın neresinde olur ise olsunlar, mevcudiyetlerini bünyesinde barındırdıkları kurumlar ve kurumlaşma süreçlerine borçludurlar. Kültürel kurumların arkasında önemli ölçüde geleneksel bir birikim, yasa, örf, maddî ve manevî dayanaklar vardır. Aile, devlet, eğitim, din, bilim, felsefe, sanat, ordu ve spor burada hemen akla gelen örneklerdir. Kurumlaşma insanî bir fenomenin toplumsal boyut kazanması olarak karşımıza çıkmaktadır. Ve kurumlaşma bir insan ömründen ve bu ömrün içereceği bireysel gayretlerden daha uzun ömürlü ve kalıcıdır. Kurumların zamanla toplumda önemini yitirmesi de söz konusu olduğu gibi, bu süre de pek dar bir zaman kesitinde gerçekleşmemektedir.
Burada üzerinde durulacak konu spor olgusunun bir alt dalı olan okçuluk sporunun Osmanlı Devleti döneminde kurumlaşmış olmasındaki temel unsurlardır.

Okçuluk bu gün federasyonu olan olimpik bir spor olarak varolmakla beraber bu sporun Osmanlılardaki durumu oldukça dikkat çekici boyuttadır. Özellikle Osmanlı ordusundaki modernleşme hareketleri ve ateşli silahların kullanılmasından önceki konumu önem arzetmektedir.

İstanbul'da Ok Meydanı diye bir semtin adının bu güne kadar gelmesi bile arkasında yorumlanabilecek bir zenginliği ifade etmektedir. Osmanlı Devleti, kuruluşundan yıkılışına kadar geçen 600 yıllık süre içinde, dünya tarihi ve Türk tarihi açısından önemli etkiler yapmış, kalıcı izler bırakmış bir tarihi, kültürel gerçekliktir.

Osmanlılarda okçuluk sporunun diğer sporlarda olduğu gibi kurumlaş­ması, sadece Osmanlı'nın tarihin daha erken dönemlerinden getirdiği gelenek birikimine bağlı kalmayıp, imparatorluğun kendi spor politikasından da kaynaklanmaktadır. Orduda modernizasyonun başlatılmasına ön ayak olan N.Mahmut döneminde okçuluğun zirveye ulaşması, hatta II.Mahmut'un biz­zat kendisinin de yarışmacı olarak rekor prensibine dayalı menzil atışlarında gösterdiği performans, okçuluk sporunun Osmanlı'daki kurumlaşmasını göstermesi bakımından önemlidir.

Bu çalışmanın amacı; Osmanlılarda okçuluk sporunun kurumlaş­masında önemli rol oynayan; Gelenek, askerlik, din, eğitim, tören ve kurallar, yasal düzenlemeler, yarışma, ödüller ve imalat gibi parametrelerin ince­lenmesidir.



OSMANLILARDA GENEL OLARAK SPOR

Okçuluk sporunun kurumlaşmasında doğrudan doğruya etkili olan yönler her ne kadar önemli bir kaç başlıkta toplansa da asıl önemli olan genel olarak Osmanlı'nın spor anlayışındaki gelişmişlik düzeyidir. Bu gelişmiş spor anlayışı tüm spor dalları için olduğu gibi okçuluk sporu için de kültürel bir taban oluşturmaktadır.

Örneğin, binicilik, cirit gibi atlı sporlar ve güreş ilk akla gelen kurum­laşmış ve geniş tabana yayılmış sporlardır.1 Bu sporlar daha çok savaşa ha­zırlık ve fizik gücü geliştirme ve gelenekleri sürdürme âmacıyla Orta Asya Türklüğünden Selçuklulara, Osmanlılara ve Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar bir sosyal miras olarak yaşatılmış ve korunmuştur.2

Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan itibaren, en önemli savaşlara ait tarih kayıtlarında, ok ve yayın orduda geniş ölçüde kullanıldığını görmekteyiz. At üzerinde rahatlıkla kullanılması sebebiyle, öncü ve keşif birliklerinde ok ve yay tesirli bir silah olabiliyordu. Uzak mesafe silahı olarak da ok ve yay, düşmanla karşı karşıya gelinceye kadar geçen muharebe safhalarında kullanılmakta idi.3

Ateşli silahlar orduya büyük ölçüde girdikten sonra da bir süre ok ve yay terk edilmemiş, birlikte kullanılmıştır. Hattâ Kanunî devrinde yeniçeriler, tüfeğin ağırlığından, vakit alan kullanılışından ve pisliğinden yakınmakta, ok ve yayı tercih etmekte idiler.4



GELENEK
Türklerde her türlü insan davranışı bir kültür özelliğine dönüşmüş. Türkler çok kahraman çıkaran bir millet oldukları için, pehlivanlık; kahramanlık ve güç timsali olarak görülmektedir. Barış zamanında bu kahramanlık hislerini güreş, gökbörü, at yarışları, çöğen/polo, okçuluk; avcılık ve cirit gibi sporlara iştirak ederek tatmin ediyor, gurur kazanıyorlardı.5

Okçuluk Türk tarihinin Osmanlı öncesi dönemlerinde çok eski zamanlara kadar geri giden bir geleneğe sahiptir. Özellikle Orta Asya'dan Anadolu'ya geçiş sürecinde, Kuzey Karadeniz yoluyla Güneydoğu Avrupa'ya, Hindistan'a, Mısır ve Orta Doğu'ya doğru yapılan hareketlerde okçuluk va­rolmuştur. Kaldı ki fetih için askerî güç, asker için at ve ok-yay zaten vazgeçilmez şeylerdir. Askerî eğitimin temel unsuru ve zamanın savaş stratejisinin gereği okçuluğun bir spor dalı olarak gelişmesini hazırlamış geleneklerdir.

İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden itibaren avcılığın temel bir hayat tarzı olarak beslenme ile doğrudan bağlantısı da hemen akla gelebilen bir gelenektir. Daha sonra insanın ve toplulukların kendilerini savunmak ve saldırı için ok kullandıkları bir dönem kendini göstermektedir. Bu durum Türkler için olduğu kadar diğer kültürler için de geçerlidir.

Türklerin göç ve yayılma döneminde atın binek, okun da silah olarak kullanılması belki de Türklerin ok atma ve imalatında en çok seçkinleştikleri bir alandır. Pek çok kaynakta Türklerin ok atmadaki ustalıkları ve ata egemenlikleri, onların at üstünde dört yana ok atabildikleri belirtilmiştir. At üzerinde yapılan ok atışları; kabağa ok atma, hedefe/puta atma, dam atma, menzil atma, atlı ve yaya olarak her şekilde yapılmaktaydı.

Dede Korkut Kitabı'nda, Türkmen gençlerinin boş vakitlerini ok atış­makla geçirdikleri, kuvvetlilik iddiasındaki yiğitlerin ok yarıştırmak yolunu seçtikleri, evlenen bir yiğidin bir ok attığı, okun düştüğü yere gerdek çadırını kurduğu, düğün eğlentilerinde damat ile arkadaşlarının ok atıştıkları anla­tılmaktadır. Bu adetlerin Osmanlıların ilk devirlerinde de devam etmekte olduğunu tahmin ediyoruz.6

Okçuluk, Türklerin millî kültüründe, dinî inançlarında ve toplum hayatında önemli unsurlara sahiptir.7 Orhun anıtlarında, "Onok bodunı" deyimi, Oğuzlar'ın ok ile ilişkisinin en eski bir belgesidir.8 Türk sultanlarının hâkimiyet sembolleri arasında yay ve ok'ta vardır.9 Ok, Hakan tarafından kendisine bağlı sultanlara, aşiret beylerine ve emirlere askeriyle katılması için çağrı aracı olarak gönderilmektedir.10 Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, paralar üzerine yay resmi koydurmuştur11 Padişahların imzaları olan tuğralar incelendiğinde, ok ve yayın temel alınarak oluşturulanları da görüle­cektir.12 Türk hakanları müslüman olduktan sonra, komşu uluslara yazdıkları mektupların yukarısına yay ve ok resmi koymaktaydılar.13 Oğuz soyundan gelen sultanlar yay ve ok'u hükümdarlık sembolü olarak, hiçbir zaman yan­larından ayırmazlardı.l4 Ok ve yay üzerine edilen yeminler özel bir anlam ta­şımaktaydı.15 ,



İslâm dininin hadislerde özellikle okçuluğu vurgulaması,16 İslâm öncesi Türk geleneğine, İslâmiyet sonrası dinî bir boyut kazandırmıştır.

Okçuluğun, avcılıkta beslenme ve savaşta savunma ile doğrudan bağımlı olan ilişkisi temelinde oluşan gelenek, ordu ile daha formel bir yapı kazanmış, eğitimi, yarışmaları, törenleri, unvanları, yasaları ile askerî ve sportif sivil bir kurumlaşma düzeyini yakalamıştır.



ASKERLİK

Türklerde Alplik teşkilatı, Türk devletlerinin kuruluşunda etkili olmuş­lardır.17 Selçuklu sultanları, çocukluklarından itibaren Oğuz töresi gereğince alp gibi yetiştirilmekte ve alp gibi savaşmaktaydılar.18 Aşık Paşa, "Garipname" isimli eserinde, Türk alp'inin özelliklerini ve bir alp'ta lazım olan dokuz şartı belirtirken, alplığın altıncı şartının ok ve yaya sahip olması ve iyi bir atıcı olması gerektiğini belirtmektedir.19, 20 Osmanlılarda akıncılar, uç boylarındaki çevik kuvveti temsil eden ağırlıksız hafif süvari idiler. Uzun mesafe koşmaya elverişli, dayanıklı ve çevik atlara sahiptiler. Silahları da kılıç, kalkan, pala, mızrak, gürz, ok, yay sonraları da tüfekten ibaretti.21

Okçuluk sporu, yarışına karakterli sivil bir spor dalı olmakla beraber, ona asıl ivmeyi kazandıran askerî bir idman, eğitim olmasıdır. Bu amaçla, darp ve hedef atışları yapılmaktadır. Nitekim Osmanlı spor kültüründe önemli bir yeri olan ok meydanlarında, diğer sivil halkla beraber askeri erkandan kişiler de (yeniçeriden-padişaha kadar) yarışma imkanı bulmaktaydılar. Ok meydanlarında okçuluk yarışmalarına katılabilme değişik sınıftan kişilere açık olması, renk, ırk ayrımı yapılmaması önemli göstergelerdendir. Sivil müsabakalarda bile ok atışının (menzil, hedef ve darb atışlarında) "Ya Hâk" nidasıyla gâzâ niyetine atılması da askerî ve dinî bir gelenektir.

Ok ve yay Türk savaş taktiğinde silah olarak kullanılmış, İstanbul'un fethinden sonra da Türk okçuluğu yeni boyut kazanmıştır. Okçuluk bu döneme kadar askerliği ilgilendiren bir konu iken, Fetih'den sonra yeni bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır. Ünlü okçular yeniçeri ocağına mensup olup, seferlere katılmaktaydı. Orduya ok ve yay sağlayan resmi ocağın adı "Cebeci Ocağı"ydı. Bunlara ok ve yay yapan sivil esnaf da "orducu esnafı" olarak ka­tılarak, ordu atölyelerinin yetersiz kalan okyay imalatını desteklemekteydiler.

DİN

İslâmiyet öncesi Türk kültüründe önemli bir yeri olan ok ve yay, İslâmiyetin kabulüyle dinî bir boyut da kazanmıştır. Okçuluk kutsal amaçlar­la bütünleşmiştir. Kur'anda geçen (Enfal Süresi, 60. ayet) "Cenkten önce, düşmanınız kafirlere karşı, kuvvetinizi toplayıp hazır edin" ayetini Hz. Muhammed bir hutbesinde açıklarken burada geçen "kuvvet" sözünün "ok atmak kuvveti" anlamına geldiğini ifade etmiştir. Okçuluğun önemi hakkın­daki hadislerden bir kaç örnek verirsek: "Oku yapan, oku sunan ve oku atan cennetliktir", "Çocuklarınıza Kur'an okumayı ve ok atmayı öğretin", "Ok atmak nafile ibadetten daha hayırlıdır", "Ok atılan yer ile okun düştüğü yer arasında size cennetten bahçeler vardır (verilecektir)", "Ok atmayı öğrenen, sonra da terk eden bizden değildir". Bu ve buna benzer diğer hadislere daya­nılarak ok atmanın "sünnet" olduğu kabul edilmiştir.22

Hz. Muhammed'in hadisleri nedeniyle atıcılık "Sünnet-i seniyye-i Muhammedi'ye"ye uyularak yapılmış ve ok atıcılığında olan ilgi artmıştır.23

Hadislere dayanılarak ok meydanlarına cennetten bir köşe diye bakıl­mış, sınırlarına tecavüz edilmesine, sarhoş, abdestsiz girilmesine izin verilmemiştir. Ok meydanının yetkili kişisine "Şeyh" denilmiştir. Cihat, yağmur ve afet duaları için bu meydanlarda toplanılmıştır. Ok meydanları mescit ka­dar kutsal sayılmış ve atışlar dua ile başlayıp, rekor kabullerindeki törenlerde de dualara yer verilmiştir. Okçuluk sporu Pîr-i olan bir spor olduğu için, fütüvvet geleneği ok atışlarında ve kabza alma törenlerinde yer almıştır.

Hz. Muhammed'in eshabından Ebi Vakkas oğlu Sağd atıcıların pîr-i, Ebubekir oğlu Muhammed yaycıların pîr-i ve Şayer oğlu Avan'da ok tem­rencilerinin pîr-i sayılmışlardır.24



EĞİTİM
Halk arasında okçuluk eğitimi her ne kadar örgün anlamda askerî ta­limhanelerde ve ok meydanlarında yapılmakta ise de, Anadolu'nun hemen her yerinde ok atışlarının yapıldığı meydanlar olmuştur. At meydanı, cündi meydanı, güreş meydanı, ok meydanı, cirit meydanı ve kabak meydanı diye bilinen adlandırmalar önemli yaygın eğitim göstergeleri olarak günümüze kadar yaşamıştır. Halk arasında sivil ücretli talimhaneler ve hedef atışı yapan ücretli talimhaneler vardır.25

Gezici talimhaneler: Araç gereçlerini çeşitli mesirelerde kurdurup ücret karşılığı atış yaptırmaktaydılar. Okçuluk sporu, rekreatif amaçlı boş zaman etkinliklerinde ve eğlencelerde de halkın ilgisini çekebilmiştir.

Askerî eğitimin okçuluk ile ilgili kısını olan "talimhaneler", resmi atış poligonlarıdır. Yeniçeri Ocağındaki 54. Orta komutanı olan "talimhaneci ba­şı" ile emrindeki "serbölük" ve "odabaşılar" hem talimhanenin yönetiminden hem de askerin bu konudaki eğitiminden sorumluydular.26 Talimhanelerde, yeni gelen askerlere gece ve gündüz ok atması27 öğretilmekte/atıcılık kâbiliyetleri geliştirilmekte ve tecrübeli okçuların formlarını koruyabilmeleri için idmanlar yaptırılmaktaydı.28 Talimhanelerde ok atmayı öğrenmek için gelenlerin örnek alarak daha istek ve gayretle çalışması için, askerî başarılı okçu­ların kullandığı yaylar ve deldiği kalkanlar da talimhanenin duvarlarına asılarak sergilenirdi.29 Genelde talimhane binalarının önünde aynı zamanda ok meydanı da bulunmaktaydı.30

Osmanlıların dünyanın en iyi atıcılarını yetiştirmesinin nedeni, o çağın bilimsel kurallarıyla öğretim ve eğitim veren her birisi kendi düzeyinde birer spor okulu diyebileceğimiz, Enderun, Tekke ve Talimhaneler açılmış olma­sıdır. Bu okullardaki üstadlar, kendi branşında o spor türünün tekniğini en iyi şekilde öğretebilecek bilgili tecrübeli ve ahlakî yönden örnek alınabilecek yaşlı sporculardan seçilirdi.31 Okçuluğun ciddî bir temele dayanan geleneksel eğitimi, usta çırak usulüyle sürekliliğini sağlamıştır. Okçuluk eğiti­miyle ve imalatıyla ilgili kitapların yazılması da teşvik edilmiştir.



TÖREN VE KURALLAR

Eski zamanlarda spor yarışmaları yapılsa da, onun disipline edilmesi yeni çağ ile beraber olmuştur.

Ok Meydanlarında talim veya yarışma için atış yapılmadan önce atıcıların, hazır bulunanları öne doğru hafifçe eğilip selamladıktan, onlara "şevkınıza!" diye hitap ettikten sonra atışa başlamaları, orada bulunanların da (kuvvet ola!) diyerek cevap vermeleri adetti. Bundan sonra atıcı oku çekerken kalbinden Allahı yadeder ve uzun bir (Yâ Hak!) diye seslenerek, yayını iki elinin bütün gücüyle çekerdi. Bu töreni, okunu atmadan önce usulü ile yapmayan atıcı, bir rekor kırsa bile muteber sayılmazdı.32

Gerçek atıcı, yani bir üstaddan Küçük ve Büyük Kabza alarak menzil atmamış atıcıya, hiçbir meydanda menzil attırılmaz ve hiçbir havacı da hava yerine gidip destar bozamaz. Bu kanundur.33

Küçük Kabza Alma Töreni; çırak (şakird) ustasının önünde diz çöke­rek durur. Üstadı sol eliyle bir yayı kabzası altından tutarak bir konuşma ya­parak, kabzayı sol eliyle şakirdinin sol eline teslim eder ve sağ elindeki bir oku veya gezi şakirdin sağ eline verip usulünce çektirerek kabza almış olunur. Bu törenle Küçük Kabza alan şakird üstadından atıcılığın tekniğini, nasıl idman yapılacağını ve bir atıcıda bulunması gereken ahlaki özellikleri öğ­renmeye başlar. Büyük Kabza alıncaya kadar onunla çalışır. Bir süre içinde Küçekçe yayı ile Havagezi'ni torbaya atarak idman yapar. Bu idmanlar, üs­tadı yeterli görünceye kadar devam eder. Üstadı yeterli görünce Ok Meydanı'na giderek Puta ve Menzil atışlarına da çalışır.34

Büyük Kabza Alma Töreni: Kendisine Küçük Kabza veren üstadıyla ok atmayı meşk eden atıcı, Haki okuyla (800) geze, Yüksüvar okuyla (850) geze ve Pişrev okuyla da (900) geze atabilecek duruma gelince, üstadının da iznini alarak meydan ihtiyarlarına gidip; "İhtiyarlar, duanız ve izniniz ile Müsahık isem 900 gez menzile talibim" der. İhtiyarlar atıcının hangi menzil­de duracağını, yayının ağırlığının o menzilde atmaya uygun olup olmadığını, okçusunun ve yaycısının kimler olduğunu öğrendikten sonra, başka bir engel de bulunmuyorsa atışa müsaade ederler.35

Osmanlı Devleti'nin diğer kurumlarda olduğu gibi, ok atıcılarının da eskiden beri uygulaya geldikleri "Adet-i kadime"leri vardı. Ok atışları da bu eski kurallara göre yapılmaktaydı. 1682 yılında "atıcılar yasası" kabul edi­lince, o tarihten itibaren de “atıcılar yasası”na uyulmaya başlandı.36

Osmanlı'da ok meydanlarında yapılan ok atışlarında kurallara uymayanlara müsaade edilmez, bütün atıcıların kurallara uyması gerekirdi. Kurallara uyulmama durumuyla ilgili bir kaç örnek?

Ünlü yay ustası ve atıcı Arab'ın oğlu olan İbrahim (Sultan Beyazıd za­manı atıcılarından) Haki okuna Peşrev yeleği takarak attığı için, diktiği menzil taşı sonradan çıkarılmıştır.37

Solak Mehmed Bey (900) gezden aşağı attığı için, taşı anataş kabul e­dilmeyip, Kepenekçi Reis'in taşı anataş kabul edilmiştir.38

Yine bir atışta yalnız havacılar olduğu için taş dikilmemiştir.39

Hacı Süleyman'dan sonra Talimhanecibaşı Küçük Ali aşın atmış ise de kurallara aykırı olacak kadar ana taşın sağ tarafına (şast) düşürdüğü için, Hacı Süleyman, taş diktirmemiştir.40

Abdi Ağa (Sultan NI. Selim zamanı atıcılarından), Memiş Efendi'nin "Mercan Ağa Menzili"nde poyraz havasında 960 geze taş dikti (m. 1793). Mehmed Vahid Paşa, Abdi Ağa'nın dinî kurallara (şer-i şerfie) aykırı hareketlerde bulunduğu ve uyarılara rağmen düzelmeyeceği/ıslah olmayacağı anlaşıldığından, örnek olsun diye/ibret için taşı ok meydanından çıkarılmış.41



YASAL DÜZENLEMELER

Osmanlı Devleti'nde; yetkili, bilgili ve mütehassıs kişilerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bir kurultay (Şüra) tarafından ele alınmış ve devrin hükümdarları tarafından tasdik edilmiş bir "Atıcılar Kanunu" (Kanunname-i Rımat) vardı.42 Bu ilk Osmanlı spor kanunudur. 1682 Ağustos ayına gelinceye kadar, ok atıcılarının (tirendaz) kendilerine özel yazılı bir kanunları yoktu. Buna rağmen yüzyıllardan beri uygulana gelen adet-i kadimeler kanun diye adlandırılmıştır.43 Atıcılar Kanunnamesi'nin yapılmasına neden olan hadiselerden birisi şöyledir: Feridun zade Mustafa Çelebi, atışın yapıldı­ğı yıllarda (1682'den önce) Ok Meydanı yaycı esnafın eliyle yönetiliyor ve onların izniyle taş dikiliyordu. Mustafa Çelebi'ye taş dikmede zorluk çıkarılmış olmalı ki; mahkemeye başvurarak ilam (mahkeme kararı) alıp taşını dikebilmiştir.44

İstanbul Ok Meydanı'nda Büyük Kabza almış, yani Peşrev okuyla 900 geze ok atmış atıcıların isimlerinin yazıldığı bir defter vardır ki buna; "Atıcılar Sicil Defteri" denmektedir.45 Atıcılar Sicil Defteri'ne 1682 yılından 1891 yılına kadar 3375 atıcının ismi yazılmış. Sicile en son olarak, 22 Muharrem 1309-M. 27 Ağustos 1891 günü, kabza alan altı atıcının adı yazılmış.46

İstanbul Ok Meydanı ile ilgili yasal düzenlemeler içerisinde padişah fermanlarını da görmekteyiz. Bu fermanlardan tespit edilenler şunlardır: Kanuni Sultan Süleyman'ın (18 Mart 1523, 26 Ekim 1524, Ekim 1527, 30 Ha­ziran 1546) tarihlerindeki dört fermanı. Sultan N. Selim'in 5 Ekim 1575 tarihli fermanı. Sultan III. Mustafa'nın 15 Mart 1696 tarihli fermanı, Sultan II. Mahmut'un 1819 ve Temmuz 1820 tarihli fermanı ve Sultan Abdülmecit'in Aralık 1848 ve Ocak 1849 tarihli iki fermanları.



YARIŞMA

Osmanlılardan önce üç çeşit ok atılıyordu. Bu atışlardan ikisi; Nişanı vurma (Puta atışı) ve Darp vurma (Kütük veya kalkan gibi sert şeyleri delmek için) atışları savaşa hazırlık amacıyla yapılıyordu. Menzil atışları (oku uzağa düşürmek) ise, Ok Meydanlarında spor okçuluğu olarak yapılmaktay­dı. İstanbul Ok Meydanı Tekkesi Hıdırellez günü (6 Mayıs) açılmakta ve ok atışları altı ay boyunca her hafta Pazartesi ve Perşembe günleri yapılmaktaydı.

Nişana (Puta/Buta) Atma Yarışması: İki kişi veya iki takım arasında yapılan nişanı vurma atışlarıdır. Atış yapılan yere "Sofa" denilir. Nişan genellikle sepet veya bir tahta üzerine, beyaz boya ile yapılmış çenber şeklinde olup, atış bu beyaz kısıma yapılır. Nişan tahtası veya sepet, atış yapılacak yerden (200-300) adım uzaklığa konulur. Atıcılar; oturarak, diz üstü durarak veya ayakta nişan alıp bu ipin altından atışlarını yaparlar. Nişana isabet e­denler sayılır. Kimin oku fazla nişana saplanmış ise, ödülü o kazanmış olur. Nişana atışın kendine has kuralları vardır.47

Darb Vurma: Genellikle tunç kalkanlara, cam bardaklara, aynalara ve tunç zillere yapılır. Bunun için özel surette yapılmış yay ve oklar kulla­nılmaktadır. Darb atışları, sert yayları çekmeye önem veren, Büyük Selçuklu Devleti sultanları zamanında, ordunun eğitimi sırasında yapılmaktaydı.48 Darb vurma, Padişahların yaptırdığı düğünlerde özellikle cündiler ta­rafından gösteri sporu olarak yapılmaktaydı. Kanuni Sultan Süleyman'ın (1534) ve (1526) yıllarında yaptırdığı sünnet düğünlerinde, bu tür darb vurma gösterileri yapılmıştı.49

Menzil Atışı Yarışması (Koşusu): Menzil atışları içinde Ok Meydanları yapılmaktadır. Osmanlılar, Bursa'nın alınışıyla (1326) menzil atışlarının yapılabilmesi için "Atıcılar Meydanı" yaptırdıkları bilinmektedir. Yıldırım Bayezid, Niğbolu Savaşı'nda (25 Eylül 1396) aldığı esirlere bu meydanın toprağını kalburdan geçirtmiştir.50 Osmanlı İmparatorluğu'nun hemen her büyük şehrinde Ok Meydanları bulunduğu için, buralarda ok atma eğitimleri ve yarışmaları da yapılıyordu. Ancak, menzil atılıp taş dikilmiş meydanların sayısı 38 kadardır ve her meydandaki menzil sayısı da aynı sayıda değildir. Bunun nedeni, o meydanın jeolojik durumu, büyüklüğü, çevresindeki nehir ve dağların konumu ile, o yerde esen rüzgarların yönüyle ilgilidir.51

Osmanlıların menzil atışlarında taş dikme geleneğini getirmeleri ve bunun için kurallar koymaları, hiçbir millette olmayan sportmence bir buluş ve sporcuya değer veriştir. Orhan Gazi zamanından beri 500 sene sürekliliğini devam ettiren bu spor geleneğinin, atıcılarının yetişmesinde ve iyi dereceler alınmasında çok büyük tesirleri olmuştur.52

Menzil yarışmaları ve menzil bozma atışları havanın durumuna göre yapılmaktaydı. Atıcı hangi hava ile atmak istiyorsa, o havanın estiği günler­de atmak istediği menzil üzerinde çalışır. Atış yapılacağı zaman, rüzgar ar­kaya alınır ve rüzgarın estiği yöne doğru atış yapılır.53 Rüzgarın yönünü belirlemek için, havaya ipek mendil atılır. Rüzgar mendili estiği yöne doğru götürür. Bu şekilde rüzgarın yönünün belirlenmesine "Dökül" denilir.54 İstanbul Ok Meydanı'nda atış yapılacak rüzgar yönleri (hava) şöyledir: Yıldız, Poyraz, Gündoğusu, Keşişleme, Kıble, Lodos, Batı ve Karayel.

Menzil yarışması/koşusu üç boyda yapılır. Birinci koşu (Aşağı koşu); 900 geze kadar ok atabilenler katılır. İkinci koşu (Orta koşu, Dokuzyüzcüler); 900'cülerin koşusudur. Üçüncü koşu (Baş koşu, Binciler); 1000 gezden yukarı atanların katıldığı koşudur. Dördüncü koşu (Binyüzcüler); 1100 gezden yukarı atanların katıldığı koşudur.55, 56

Menzil atışı yapmak için ihtiyarlardan izin alan atıcı, meydanın her yerinde atış yapamazdı. Çünkü, menzil atış yerleri iki bölüme ayrılmıştı. Birisi henüz 900 gezin altında atanların yani "Müstahık'ları, diğeri de 900 gezin üstünde atan sicilde yazılı atıcıların yeriydi. Müstahıklar yalnız "Ali Bali'' yerinde atış yapabilirler. Sicile kayıtlı olan 900, 1000 ve 1100'cü atıcılar ise; Tepebaşı, Hünkâr Ayağı, Parpul, Rum Yusuf, Haki Ayağı... gibi menzillerde atış yapabilirdi. Bu kurala uymayanlar cezalandırılırdı.57

Menzil atışlarının yapılış amaçları: Antrenman (meşk) için, kabza al­mak için, yeni bir menzil açmak için, açılmış bir menzilde Baştaş'ı geçip taş dikmek için, kendi taşın ileri sürmek için ve yarışmak (koşu) için yapılmaktadır. Atış hangi amaca yönelik olursa olsun, hepsinin hem birleşik ve hem de ayrı ayı-ı (Ayin ve erkanı) vardır. 58

Atıcı, menzil bozmak/baştaşı geçmek istediği zaman, hangi menzilde duracağını önceden meydan ihtiyarlarına bildirip görüşlerini ve izinlerini a­lır. Atış yapılacağı gün belirlenerek, o gün ayak yerinde okçusu, yaycısı, iki ayak şahidi ve o menzilde daha önce taş dikmiş bir atıcı bulundurulur. Ok'un düşeceği Hava yerinde meydan ihtiyarlarından üç kişi bulunur, başkalarının bulunmasına izin verilmez. Bu üç ihtiyardan birisi baştaş'nı sağında biri so­lunda ve üçüncüsü de ilerisinde durarak oku gözetler.59 Atılan ok baştaşı geçerse havacılar başlarındaki dülbendleri havada sallayarak işaret verirler. Buna "Destar Bozdu" denilir. Destar bozulunca, beştaş geçilmiş sayılır ve ayak yerinde bulunanlar topluca okun yanına giderler. Atışın ve yapılan rekorun sayılabilmesi için salkı düşmemiş olması, yani okun Anataş'ın 40 adım sağ (şast) ve 40 adım solu (kabza) dışına düşmemiş olması gerektiğinden, önce bu durum belirlenir.60 Geçerli sayılan ok, meydan ihtiyarlarından veya atıcinin yakını tarafından, saplandığı yerden dualarla çıkarılıp atıcısı­nın eline verilir. Menzili bozan veya taşını süren atıcının yerden çıkarılan okunun düştüğü yer belli olsun diye, oraya bir nişan konulur ve baştaş’tan kaç adım ileri düştüğü ölçülüp hep birlikte meydan şeyhinin yanına gidilerek durum anlatılır ve atıcı taşının dikilmesi için izin ister. 61

İstanbul Ok Meydanı'nda yapılan menzil atışlarında Osmanlı Padişahlarından; Sultan IV. Murad, Sultan NI. Selim ve Sultan N. Mahmut taş dikmişlerdir.

Kabağa ok atma: Spor alanının ortasına dikilmiş yüksek bir ağacın ve direğin tepesindeki kabağa, at koştururken ok atıp vurmak, Türkler'in çok eskiden beri yaptığı bir spor türüdür.62 Türkler gittikleri her ülkeye bu sporu götürdüler. Kıpçak Türkleri Mısır'a, Babür Şah Hindistan'a, Selçuklular İran'a ve Anadolu'ya götürüp savaş eğitimi yaptılar. Bazı şehirlerde bu sporun yapıldığı alanlara da "Kabak Meydanı" denildi. At üzerinde ok atmaya yönelik bu sporu yapmalarının tek amacı, düşmandan kaçıyormuş gibi manevra yapıp geriye ok atarak, onu vurmaya alıştırma eğitimidir.63



ÖDÜLLER

Osmanlılar eski Türk geleneğini sürdürdüler. Ancak, müslümanlığın kuralları gereğince, ödül koyarak yapılan oyun ve spor yarışmalarına Osmanlı uleması da64 bazı yarışların bir kumar halini almaması gibi65 bazı kısıtlamalar getirdi. Bu nedenle menzil yarışmaları da o kurallara uyularak yapılmaktaydı.66

İyi atıcılar, padişahlar ve devlet büyükleri tarafından çağımızdaki imkanlarla ölçülemeyecek derecede ödüllendirilirdi. Hatta bu ödüller yalnız ok atan atıcıya/kemankeş'e verilmez, onun okunu ve yayın yapan ustalara da verilirdi. Çünkü her rekor yapan ünlü atıcının kendisine özel yaycısı ve okçusu vardı. Bu ustalar yalnız o atıcıya ok ve yay yapar, başkasına hele o atıcıya rakip olan atıcıya yapmazlardı.67

Ok yarışmalarında/koşullarında birinci gelene ödül vermek adetti. Ödül para olabileceği gibi, kumaş, koç, at, kısrak,68 havluya benzer işlemeli çevre (yağlık)69 vs.de olabilirdi. Kemankeşler kendi aralarında yarışırlarken genellikle küçük ölçüde bir ödül, örneğin bir yay, bir tarak koyarlardı.70

Ödülün ne olduğunu, nasıl ve kime verileceğini yarış/koşu başlamadan önce kesinlikle tesbit etmek gerekmekteydi.

1710 yılında Ok Meydanı'na yapılan binişde, koşullarda birinci gelen Taberdar Mehmed'e altı altın, Kilerli Çuhadar Mustafa'ya beş altın ödül verilmiştir. 1765'de tertiplenen bir koşuda ise, dört gruptan her birine onar kuniş ödül konmuştur. 1791'de NI. Sultan Selim'in katıldığı bir koşuda kazananlara beş adet elbiselik telli diba ihsan olunmuştur.71

Ok atışlarınıda menzil taşı dikerek bu başarısından ötürü; Miri Alem Ahmet Ağa'nın saraydan çıktığı ilk zamanlarda, Yıldız-Poyraz havasıyla 1146 geze atarak baştaşı dikince (bu taş Ahmet Ağa'nın ilk taşıydı), Kanuni Sultan Süleyman Ahmet Ağa'ya hil'at giyindirip Ok Meydanı'nda büyük bir ziyafet vermiştir. Ayrıca yaycısını ve okçusuna da maaş bağlayıp ödüllendirdi.72 Yine Ahmet Ağa'ya 1271 geze ok atarak Lodos Menzili'nin baş taşının sahibi olduğundan, Gelibolu Sancağı ile Kapudanlık (Kaptan-ı Derya),ihsan edilmiştir.73

Mehmet Çelebi, Hacı Süleyman Menzili'ne taş diktikten sonra, Sancak Beyliği ile ödüllendirilmiştir.74 XNI'ncü yüzyılın en büyük atıcılarından Ali Ağa, Sultan 111. Ahmet zamanında, Enderun'un Hasodası'na alınmıştır.75



İMALAT

Okçuluğun dayandığı okçuluk ve yaycılık sanatı da uzun zaman sürümden düşmemiştir. Okçular ve yaycılar, eski esnaf kurumları arasında varlığını koruyabilmiştir. Osmanlılar, okçuluğun ve yaycılığın imalatıyla ilgili bir teknolojiye sahiptiler.76

Yaycılık İmalatı: Fatih Sultan Mehmed, Yeni Saray'ı (Topkapı Sarayı) yaptırdıktan sonra, Birun cemaatı içerisine yay ustalarını da alınıştı. Bu yay­cıların sayısı az olup, ayrı bir bölük olmayıp, "Cemaat-ı Silahdaran"ların arasındaydılar77

Osmanlı Devleti'nde ün yapan yay ustaları, Saray dışındaki esnaf arasından çıkıyordn. Bu ustalarını yaptığı yaylar dünyanın en iyi yaylarıydı.78

Bütün yay esnafının yaptığı yaylar, o şehrin kadıları tarafından belirle­nen bir fiyat üzerinden satılıyordu. Bununla beraber san'atındaki becerisiyle ün yaparak "Üstad" ve "Cihan Pehlivanı" ünvanını kazanmış olan yay ustalarının yaptığı yaylar, bu narha tabi değildi. Onlar ancak, menzil bozarak rekor yapan ünlü atıcılara yay yapar, hatta beğendiği ve taraftan olduğu atıcının rakibi çok yüksek ücret verse de o atıcıya yayını satmazdı. Yay esnafının yaptığı yayları genelde sıradan atıcılar ve hevesli gençler almaktaydı. Narlı yani belirlenen fiyat üzerinden satma zorunluluğu, atıcılık sporunu yaşatmak ve yapacakları korumak amacıyla alınmaktaydı.79 Ok ve yay imalinde ve satışında narlı, tahdit ve standardizasyon gibi iktisadî kaideler. sıkı bir şekilde tatbik edilmekteydi.80

Osmanlı ustalarının yaptıkları yaylar, bilhassa Avrupa devletlerindeki yaylardan çok farklıydı. Osmanlı yayları ile daha uzağa atılabiliniyordu.81

Yaylar kullanıldıkları yere göre: Atış yayı (tunarlı olup, menzil atışlarında kullanılır), Puta yayı (puta atışlarında kullanılır), Darb yayı (savaşta ve kütük darbında kullanılır), Temrin yayı-Haki (antrenman/idman yaparken kullanılır), Kepade yayı/Kepaze (Yeni ok atmaya başlayan gençlerin kolayca çekmesi için kullanılmaktadır).82

Osmanlı ustalarının yaptıkları yaylar, tamamen ülkemizde bulunan nes­nelerden yapılırdı. Ünlü ustaların yaptığı yaylardan 200 sene hiç bozulmadan kullanılanlar olurdu.83

Yay yapmaya en elverişli ağaç, Akçaağaç denilen ağacın Gerede yöresinde yetişen türü olup, gölgeli, sulak ve çayırlık yerlerde yetişenlerinden daha iyi yaylar yapılmaktaydı. Tımarlı olan menzil yayları, Haki ve Gez yayları Akçaağaç'tan, sert olması gereken Puta yayları da Kızılcık ağacından yapılmaktaydı.84

Menzil atışlarında yayların boy ve ağırlığının atıcının boyu ve kol uzunluğu ile uyumlu uzunlukta olması, yaylarını ağırlığının da ok'un ağırlığı ile orantılı olması, teknik bakımından çok önemliydi. Her atıcı kendi vücut ölçülerine uygun yay ile atış yaparsa başarılı olabilirdi.85

Sultan Abdülaziz zamanında (1861-1 876) ok atanların sayısı da azalmış olduğu için, yaycılık artık ustaları geçindirmez olmuştu. O nedenle yapılması çok güç ve zahmetli olan yayların fiyatı da yükselmişti. Az da olsa İstanbul'daki hevesli gençlerin yay ihtiyacını gidermek için, dış ülkelerden yay getirtip satıldığı da olmuştur.86

Okçuluk İmalatı: Osmanlılar ilk dönemlerinde Selçuklu ve Germiyan Oğullarının ok ustalarından yararlandılar. Bursa'yı alıp devlet düzenine geçmeye başladıklarında da Karamanlılar, İranlılar ve Çerkes Kölemenlerin ok ve yay ustalarına yüksek ücretler vererek Bursa'ya getirdiler.87

Ok ustaları Saray'dan başka, dışarıda da ok yapıp satan sanatkarlar bulunuyordu. Dışarıdaki okçu esnafı, Beyazıd'da Okçular Çarşısı denilen yerdeydiler.88

Oklar kullanıldıkları yere göre; savaş okları, talimhane okları ve atıcı oklarıdır.89 Atıcıların (Kemenkeş) kullandıkları oklar; Pişrev, Yeksüvar, Zergerdan, Karabatak, Haki, Ezmayiş, Puta, İbriş, Gez v.b.90

Osmanlı'da 1480 yılına kadar, ok yapımında kamış ok kullanılmıştır. Bu kamış, Hindistan'dan gelmekteydi. Bu gelen kamışların içi ağaç gövdesi gibi dolu olup, iki boğum arası uzunluğu, okun boyundan daha uzundur. Gövdesi de kalın olduğu için, iki boğum arası yarıldığı zaman 12-18 ok yapacak kadar parça elde edilmekteydi. Yalnız kamış ok, Hindistan gibi uzak bir ülkeden geldiği için, pahalı olmaktaydı. Bu nedenledir ki atıcılar arasında; "Ok atan altın atar" sözü söylenmiştir.91

Menzil atışlarında, kamıştan yapılan ok, çamdan yapılan oktan 100 gez (adım) ileri gitmesine rağmen, Osmanlı ok ustaları da çam ve gürgenden ok yapmaya başlayıp, hem dışa bağlılıktan kurtuldular, hem de atıcılığa heves eden gençlerin az para ödemelerine yardımcı oldular. 92

Edirne ve İstanbullu ok ustaları uzun denemelerden sonra, Bayramiç İlçesi'nin Çavuşlar Köyü yakınındaki Üçler Dağı'nda yetişen çamların, ok yapımına çok elverişli olduğunu görerek, bu çamlardan ok yapmaya başladılar.93

Osmanlı Devleti'nde, özel yapılan ok ve yaylar hariç, halkın kullandığı okların satış fiyatı, kadılar tarafından belirleniyordu.94



SONUÇ
Osmanlılarda okçuluk sporu, hem askerî anlamda bir eğitim ve yarışma olarak hem de sivil anlamda bir spor olarak gerilere giden geleneklere daya­lı, aynı zamanda dönemin gelişmelerine açık organize görünüm sergilemektedir. Osmanlı eski gelenekleri sistemleştirerek bu spor dalında ya­sal, ekonomik, törensel ve finansal koşulların sağlanmasını ve bu şartlara süreklilik kazandırmasını bilmiştir. Aslında bu oluşum, Osmanlı kültüründe mevcût diğer sporları da içeren bir birikimin tamamlayıcı parçasıdır. Günü­müzde pahalı bir spor olan okçuluk, Osmanlı'da imalathanesinden yarış alanına kadar bir bütünlük içerisinde yaşatılabilmiştir.


DİPNOTLAR

* Gazi Üniversitesi, Sporda Psikososyal Alanlar Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, Ankara-TÜRKİYE.
Bkz. Atıf Kahraman, Osmanlı Devleti'nde Spor, Kültür Bakanlığı Yayınları: 1967, Başvuru Kitapları Dizisi: 27, Ankara, 1995, s. 233-437.


Ünsal Yücel, "Kültür Tarihimizde Okçuluk Sanatı ve Müesseseleri". İstanbul Ü. Edebiyat Fakültesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, 1971 (Nisan).

Halim Baki Kunter, Eski Türk Sporları Üzerine Araştırmalar, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul, 1938. Perihan Arbak, "Ok ve Okçuluk Hakkında Bibliografya", Türk Kültürü. Cilt: N, Sayı: 22, Ağustos 1964, s. 134-136.

Özbay Güven, "Türk Kültüründe Kaybolan Miraslarımızdan İstanbul Ok Meydanı Spor Alanı", Top­lumsal Tarih. Sayı: 14, Şubat 1995.

Osmanlı Arşivi Belgeleri.

2 Mustafa Erkal, Sosyolojik Açıdan Spor, Geliştirilmiş 2. Baskı, İstanbul, 1922, s. 111.

3 Ünsal Yücel, "Sultan Mahmut II. Devrinde Okçuluk", Türk Etnografya Dergisi, Sayı: X, 1967, s. 90. 4 Yücel, a.g.m., s. 90.

Özbay Güven, "Kırkpınar Güreşleri", Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 128, Ağustos 1997, s. 21.
6 Yücel, a.g.m.. s. 91. Yücel, a.g.tez, s. 9.

Bkz. Muharrem Ergin, Dede Korkul Kitabı I, Giriş-Metin-Faksimile, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu Yayınları-Sayı: 169, Ankara, 19896.

7 Özbay Güven, "Türk Kültüründe Kaybolan Miraslarımızdan İstanbul Ok Meydanı Spor Alanı", Top­lumsal Tarih, Sayı: 14 Şubat 1995, s. 14.

8 Osman Turan, "Eski Türklerde Okun Hukuki Bir Sembol Olarak Kullanılması", Belleten, Cilt. IX, Sayı. 35, 1945, s. 307.

9 Ahmet Uğur, Osmanlı Siyaset-Nameleri, Kültür ve Sanat Yayınları, (y.y.), (t.y.), s. 129.

10 Turan, a.g.m., 1945, s. 313.

11 Kahraman, a.g.e.. s. 241.

12 Güven, a.g.m., 1995, s. 14.

13 Kahraman, a.g.e.. s. 240.

14 Kahraman, a.g.e.. s. 241 .

15 Özbay Güven, Türklerde Spor Kültürü, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları: 57, Türk Kültüründen Görüntüler Dizisi: 16, Ankara, s.1992, s. 20.

16 Ahmet Turan, İslamiyette Spor ve Önemi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1985, s. 5-9.

17 Kahraman, a.g.e., s. 11.

18 Kahraman, a.g.e.. s. 15.

19 Kahraman, a.g.e.. s. 23-24.

20 Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, Ankara, 1959, s. 88.

21 Kahraman. a.g.e., s. 35.

22 Yücel, a.g.m., s. 89.

23 Kahraman, a.g.e.. s. 235.

24 Süleyman Kani İrtem, Türk Kemankeşleri. Ülkü Basımevi, İstanbul, 1938, ss. 9-10.

25 Tayip Gökbilgin, XV.-XVI. Asırlarda Edirne ve Paşa Livası, İstanbul, 1952, s. 21.

26 Yücel, a.g., tez, s. 84.

27 Kahraman, a.g,e.. s. 243.
28 Yücel, a.g. tez, s. 84.
29 Kahraman, a.g.e., s. 245.
30 Yücel, a.g., tez , s. 84.
31 Kahraman, a.g.e.. s. 392.
32 Halim Baki Kunter, "Dünyada ve Türklerde Spor Anlayışı", Halkevleri Fikir ve Sanat Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 11, 1 Eylül 1967, s. 15-19.
33 Kahraman, a.g.e., s. 387.
34 Kahraman, a.g.e.. s. 388.
35 Kahraman, a.g.e., s. 388.
36 Kahraman, a.g.e., s. 273.
37 Kahraman, a.g.e., s. 285.
38 Kahraman, a.g.e.,s. 285.
39 Kahraman, a.g.e.,s. 286.
40 Kahraman, a.g.e., s. 291.
41 Kahraman, a.g.e., s. 333.
42 Kahraman. a.g.e.. 1938, s. 12.
43 Kahraman, a.g.e.. s. 419.
Bkz. Abdullah Efendi, "Atıcılar Kânun-namesi", Yay: Halim Baki Kunter, Tarih Vesikaları Dergisi, İkinci Cilt, Onuncu sayıdan Ayrı basım, (Ankara), 1942, ss. 253-274.

44 Kahraman, a.g.e.. s. 298.
45 Kahraman, a.g.e.. s. 426.
46 Kahraman, a.g.e., s.431.
47 Kahraman. a.g.e.. s. 396.
48 Kahraman, a.g.e.. s. 399.
49 Kahraman, a.g.e.. s. 400.
50 Kahraman, a.g.e., s. 405.
51 Kahraman, a.g.e.,s. 2s4.
52 Kahraman, a.g.e.,s. 413.
53 Kahraman, a.g.e., s. 416.
54 Kahraman, a.g.e.,s. 417.
55 Kahraman, a.g.e.,s. 418
56 Kahraman, a.g.e., 1938. s. 39-41.
55 Kahraman, a.g.e., s. 409
58 Kahraman, a.g.e., s. 409
59 Kahraman, a.g.e., s. 409
60 Kahraman, a.g.e., s. 414.
61 Kahraman, a.g.e., s.414.
62 Kahraman, a.g.e., s. 470.
63 Kahraman, a.g.e.. s. 472.
64 Kahraman. a.g.e.. s. 418
65 Yücel, a.g. tez, s.78.
66 Kahraman, a.g.e.. s. 418.
67 Kahraman, a.g.e.. s. 242.
68 Yücel, a.g. tez, s. 78.
69 Kahraman. a.g.e.. s. 376.
70 Yücel, a.g. tez, s. 78.
71 Yücel, a.g. tez. s. 78.
72 Kahraman. a.g.e., s. 414.
73 Kahraman, a.g.e., s. 23
74 Kahraman, a.g.e.,s. 284.
75 Kahraman, a.g.e.,s 285.
76 Kemal Edip Ünsel, "Tezkire-i Rumat (Atıcılar Tezkiresi)", Tarih Vesikaları, 3 (1944). s. 16.
77 Kahraman, a.g.e.,. s. 381.
78 Kahraman, a.g.e.,s. 382.
79 Kahraman, a.g.e., s. 384-386.
80 Kunter, a.g.e., 1938, s. 22.

81 Kahraman, a.g.e., s. 376.
82 Kahraman, a.g.e., s. 37i.
83 Kahraman, a.g.e., s. 37(ı.
84 Kahraman, a.g.e., s. 377.
85 Kahraman, a.g.e., s. 379-380.
86 Kahraman, a.g.e., s. 383.
87 Kahraman, a.g.e., s. 370.
88 Kahraman, a.g.e., s. 370.
89 Kahraman, a.g.e., s. 363.
90 Kahraman, a.g.e., s. 363.
91 Kahraman, a.g.e., s.368.
92 Kahraman, a.g.e., s. 368.
93 Kahraman, a.g.e., s 368.
94 Kahraman, a.g.e., s. 374.