'' Kafesinden kaçmış birer kartal gibi, hiç yorulmamış ve aç kurtlar gibi, amansız bir Sayan dağı fırtınası gibi geldiler üstümüze prensim. Son askeriniz de orada can verdiğinde ve son bayrak da toprağa düştüğünde, onlar hiç arkalarına bakmadan ve sanki hiç savaşmamış gibi sürdüler atlarını bozkıra. Prensim soruyorsunuz nasıl durdurabiliriz diye? Efendim, onlar (TÜRKLER) durdurulamazlar."
(Çinli komutan Ho-Tsun'un Çin prensine hitaben yazdığı mektuptan alıntı)

“Bismillah ve ali berekatü Resulullah, Kabza, Cebrail Aleyhisselâm eliyle Hak Teala'nın emriyle, cennetten çıkıp, evvela Âdem Aleyhisselam'a verildi, ondan sonra, Sultan-ı Enbiya, Peygamber Efendimize verildi. Onun izni şerifiyle Sâd Bin Ebî Vakkas pirimiz oldu. Ondan, sahabe birbirine verdi, oradan ustalar aldı, benim ustam da bana emanet etti, ben de emaneti sana teslim eyledim. Fîsebilillah, niyet edip gaza niyetine ok at, talip olan kabza aşıkına bu minval üzere, hayır ve dua ile teslim edersin.” ( küçük kabza merasimi duası )


11 Ağustos 2007 Cumartesi

Kemankeş Sırrı

KEMANKEŞ SIRRI "Okçuluk üzerine"

"At dorudur, diğerleri renktir. Ok akkavaktır, diğerleri çöptür Şehir sadece Rum'dur, diğerleri köydür Türk binicidir, diğerleri yükdür." ( Fahr-i Müdebbir, Hindistan, XIII y.y. )

Okun Tarihî Serüveni

Ok, insanlık tarihinin en eski silahlarından biridir ve tarih öncesi devirlerden itibaren Avustralydışında dünya coğ-rafyasının her bölgesinde örneklerine rastlanmıştır. Okçuluğun tarihçesini yazan Abdurrahman Taberî'ye göre oku ilk olarak Hazreti Adem(a.s.) kullanmıştır. Daha sonra biz bu klasik savaş silahını Eski Mısır, Babil ve Çin'de gö-rmekteyiz. Daha detaylı bilgiler ise, Oğuz Destanı'ndan itibaren bütün şifahî ve yazılı Türk kaynaklarında karşımıza çıkmaktadır. Eski Türk cemiyet yapısı da oka dayandırılmaktadır. Macar Türkolog Gyula emeth, "Oğuz" adının "oklar" mânâsına geldiğini ileri sürmektedir. Nitekim, bu en büyük Türk boyu, daha dâsitânî devirlerden itibaren "Boz ok" ve "Üç ok" olmak üzere iki büyük kola ayrılmaktadır. "Boy-kabile" mânâsına gelen buradaki ok, aynı zamanda bir sembolü ifade etmektedir. Ok motifi Dede Korkut'ta da kullanılır; bu destanda bir Türkün "Alp", yani kahraman sayılabilmesi için uçan kuşu okla düşürebilmesinin şart olduğu yazılıdır. Ayrıca ok, Türklerin eski lügatında "miras hissesi" mânâsına da gelmektedir. Türk insanı, hayatını, babasından tevarüs ettiği (miras kalan) okuyla kazandığı için ona "miras hissesi" demiştir. Oka dair enteresan bir tesbit de Gazneli Sultan Mevdud'a (ö. 1049) aittir. Cömertliği ve usta okçuluğu ile tanınan Sultan Mevdud'un, savaşlarda altın ok kullandığı, attığı okun birisine isabet edip, o kişinin ölmesi halinde nazesinin; okun altınından elde edilen para ile kaldırıldığı, savaşçı yalnızca yaralandığında ise tedavi giderlerinin, okun parasıyla karşılandığı rivayet olunmuştur. Selçuklularda da ok ve yay, hem adaleti, hem de hakimiyeti (hükümdarlığı) temsil eden bir sembol olarak kullanılmıştır. Ayrıca Tuğrul Bey'den itibaren bütün Selçuklu hükümdarları iç ve dış yazışmalarda bu işareti kullanmaları oka verilen önemi vurgulamaktadır. selçuk Bey'in babası Dukak'ın, "Temür-yalığ" (Demir Yaylı) ünvanı taşıması da eski Türklerde ok ve yayın değerini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Arapların da eskiden beri pek mâhirâne ok kullandıkları bilinmektedir. Sahralarda avcılıkla maişetini temin eden Arap insanının, istediğinde bir ceylanı gözünden vurabilecek kadar kabiliyetli olmasından dolayı mâhir okçulara "remmatül hadak" nâmı verilmiştir. Ayrıca Araplar kurun-ı vustada (orta zamanda) okçuluk sanatında oldukça ileri gitmişler ve bununla ilgili birçok yeni âlet ve edevat icad etmişlerdir.

Okçuların Pîri

Okçuların pîri kabul edilen ve Allah (c.c.) yolunda ilk ok atma faziletinin sahibi, şanlı sahabi Sa'd bin Ebi Vakkas (r.a.)'ın İslam tarihinde güzide bir yeri vardır. İslam'ın gelişme sürecinin önemli savaşlarından biri olan Uhud Gazası'nın ölüm kalım mücadelesi verildiği en tehlikeli anlarında, Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Sa'd'a elindeki okları verip:"At, ya Sa'd at! Anam babam sana feda olsun" buyurarak, ona büyük iltifatta bulunmuştur. Peygamberimiz'in (s.a.v.) daha önce kimseyi şereflendirmediği böyle bir iltifatla Hz. Sa'd hayatı boyunca iftihar etmiştir. Yine Resulullah Efendimiz(s.a.v.) bu savaşta kafirlere bin civarında ok attığı rivayet edilen Sa'd bin Ebi Vakkas'a "Allahım, onun attığını isabet ettir, duasını da kabul et" buyurarak sevince garketmiştir. Ok ve yay sanatının Orta Çağ İslam âleminde de büyük bir gelişme gösterdiğini görmekteyiz. Tarihî kaynaklar, XI. yüzyıldan itibaren İslam ordularında çelik yayların kullanıldığını belirtmektedir. Yin aynı kaynaklar bu tür yayların ancak XIII. Yüzyıl Avrupası'nda Franklarda görülmeye başladığını yazmaktadır. Savaş sanatında oldukça ileri giden Orta Çağ Müslü-manları ok ve yayların sayısız modellerini geliştirmişlerdir; bunlardan "çağın mitralyözleri" denilebilecek olan pedallısı her atışta "arı sürüsü gibi" çok sayıda ok fırlatabiliyordu. Kurşundan veya camdan bir mermi fırlatan kazık yay, madenden en iyi zırhları ve hatta taşı delip geçen çelik harbeler fırlatan sabit ve ağır akkar adı verilen yaylar, bu ürünlerden sadece birkaçıdır. Okçuluk sanatı, Türklerin İslâmiyeti kabul etmesindensonra bilhassa Osmanlı döneminde büyük gelişme gös-termiştir. İlk fetihlerden XVI yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı okçu birliklerinin, savaşların kaderine tesir eden önemli fonksiyonlar icra ettikleri görülmüştür.

Okun Çileli Oluşumu

Çam, gürgen ve kayın ağaçlarından yapılan okların en iyisi genç çam ağaçlarından yapılırdı. Bu çamların en iyileri de Bayramiç'nin Çavuş Köyü Kumunç dağında yetişirdi. Devlet-i Âliye'nin, çam ormanlarında, yalnız körpe çam dalı kesmeye memur ettiği "Çamcı" denilen hususî müfrezeleri vardı. Bunlar üçer parmak kalınlığında ve bir metre uzunluğundaki çamları keserek rutubetsiz bir yerde en az üç sene bekletirlerdi. Okların en iyisini yapmak için bu çamların yirmi sene, bunların daha mukavemetlisi olan "Tımarlı" okları elde etmek için ise elli sene bekletmek lazımdı. Bursa, Edirne ve İstanbul başta olmak üzere imparatorluğun büyük şehirlerinde ok yapımcılarına mahsus çarşılar meydana getirilmişti. Buralarda imâl edilen oklar daha sonra hususî sandıklarda fırınlara verilirdi. Belli zaman aralıklarıyla da soğuğa ve güneşe tutulan bu oklar mukavemet kazandırılarak kullanıma hazır hale getirilirdi. Osmanlı ordusunun ok ihtiyacı Cebeci Ocağı tarafından karşılanırdı. Araştırmalar 1511'de bu ocak tarafından 780 bin ok yaptırıldığını ortaya koymaktadır.. Evliya Çelebi de 17. yüzyılda İstanbul'daki ok imâl eden esnafla alâkalı olarak şu bilgileri verir: "Esnaf-ı okçuyan: Dükkan 200 ve nefer 300'dür. Pîr-leri, Ebu Muhammed bin Ömer bin el Vakkas olup, Hazreti Muhammed'in (sav) okunu ve yayını taşır ve seferden dön-dükçe ok yapardı. Kabri Eğin'dedir. Selman-ı Pâk'ın 46'ncı kemerbestesidir (kuşağındandır).Ok imâli, türüne göre incelik isteyen bir sanattı. Okların sap kısımlarına, okun yörüngesinde itmesi için "yele" tâbir edilen kuş kanatları takılırdı. Kuğu, karabatak, kaz ve kartal tüylerinden yapılan bu kanatlar, devletin, bu tüyleri temin etmek için kurduğu hususî teşekküllerinden elde edilirdi. Topkapı Sarayı'ndaki Gülhane Hastahanesi'nin yanında bulunan havuzlardaki kuğular bu gaye için yetiştirilirdi. Yarışmalarda kullanılacak okların yelelerinin hazırlanması da başlı başına hassasiyet isteyen bir uzmanlık işiydi. Sağ kanattan alınan tüyler, sol kanattakilere göre daha tercih edilir ve ağırlıkları demrenin (uç) ağırlığı ile orantılı olarak hesaplanırdı. Bu orantı ölçüsü de demrenin ağırlığının sekizde biridir. Okların başlarına takılan ve "demren" adı verilen madenî sivri ucun geçirildiği yere "soya" denilirdi. Çavuş oklarının soyasına, içi delik bir kemik takılır, düdüklü ok denilen bu kemik, ok atılınca yılan gibi ıslık çalardı. Uçları testere gibi tırtıklı olan demrenler de vardı ki bunlar saplandıkları yerleri paramparça etmeden çıkmazlardı. Geniş uçlu dermenler ayı, domuz gibi av hayvanlarına atılırdı. Uçları meşinli oklar da tecrübe, staj ve tâlim için kullanılırdı. Osmanlı oklarının en mühimi ise parlayıcı, fitilli (dumdumlu) oklardı. Deniz savaşlarında, düşman yelkenlilerine karşı kullanılan önemli silahlardan biri olan bu okların demrenlerinin uçlarında yelkene sarılacak çengelleri, barut fişekleri ve fitilleri bulunurdu. Kemankeş (okçu), bu okun fişeğini ateşleyip düşman yelkenine fırlatıldığında ok, yelkene isabet ederek patlar ve yelkeni cayır cayır yakardı.

Ok Meydanı

Osmanlı, okçuluk sanatını geliştirmek için mparatorluğun çeşitli yerlerine spor sahaları kurmuştur. Sultan Orhan'ın Bursa'da yaptırdığı "Atıcılar Meydanı"ndan başlayarak Osmanlı şehirlerinde 30 kadar ok meydanı (meydan-ı fir-endâzan) tesbit edilebilmiştir. Bunların en meşhûru bugün "Ok Meydanı" diye bilinen Haliç sırtlarındaki meydandır. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethini müteakip otağını kurduğu bu yere hususî ehemmiyet vererek okçuluğun gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Genç Hakan, vakfiyesinde bu yer için: "Burası o kadar mühimdir ki, buradan sert tırnaklı hayvan geçmeyecek, mümkünse kuş uçurtulmayacaktır" diye söz eder. Fatih'den sonra okçuluğu geliştirmeye devam eden oğlu Sultan II. Bayezid, buraya tam teşekküllü (içinde zengin vakıfları, içtima ve spor salonu, aşevi, namazgâhı, arşiv ve kütüphanesi bulunan) bir tekke inşa ettirir ve buraya "Okçular Tekkesi" denilir. Kuraklık ve veba salgını zamanlarında dua mahalli olarak da kullanılan Ok Meydanı şehrin en ilgi çekici, en hareketli yerlerinden biri haline gelir.

Okçular Tekkesi

Okçuluğun geliştirilebilmesi ve ok tâlimlerinin muntazaman yapılabilmesi için kurulan okçular tekkesi (spor kulübü)'nin başında "Şeyhü'l-meydan- Okçular şeyhi" denilen bir vazifeli bulunur ve her iş usûlüne göre icra edilirdi. Ayrıca hükümdar tarafından tasdik edilmiş kanunları da bulunan bu okçuların, sicillerinin de muntazaman tutulduğunu görmekteyiz. Ok Meydanı'nda tâlime başlamak isteyen "kabza tâlibi", atıcılar arasına kabul edilmeye lâyık görülürse, isteklinin eline merasimle yay verilir ve kendisine bir üstad (antrenör) gösterilirdi. Bu merasimde, bir atıcıda (kemankeş) bulunması gereken vasıflar, atıcı namzedine uygun bir şekilde anlatılırdı. Atıcılar şeyhi tarafından kendisine bir belge (lisans) verilerek yay kullanma iznini aldığı bildirildikten sonra, hayatı boyunca sakınacağı şeyler ve yapacağı vazifeler gösterilirdi. Buna da "kabza teslim nasihatı" denirdi. Herkesin eline yay verilmez ve rastgelene atış usûlleri öğretilmezdi. Usûl ve âdaba aykırı hareket edip bunda ısrar eden kemankeşler, yolsuz addolunur ve şeyh tarafında "bizimle oturma" denilerek tekkeye alınmazlardı. Atışlara başlayan kimsenin tam bir kemankeş olabilmesi için 900 gez (1 gez: 66 cm) mesafeye ok atabilmesi lazımdı. Bunu başarabilen tâlibin adı atıcılar siciline kaydedilirdi. Bu münasebetle yapılan merasim okçular şeyhinin önünde yapılır ve merasim sırasında üstadı tarafından yeni kemankeşin kulağına "Kemankeş Sırrı" söylenirdi.

Kemankeş Sırrı

Günümüzde ağzından lâf alınamayan kimseler hakkında söylenen "Kemankeş Sırrı" tâbiri, aslında kişinin, kendi hünerini Hakk'ın inayetiyle birleştirmesinin zarûretini anlatmak için kullanılır. Kemankeş namzedi, kabzayı ustasının elinden alırken, ustası, bu işe tâlip olanın kulağına: "Ve mâ rameyte iz rameyte velâkinnallahe ramâ-Ey bu işe talib olan! Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı."(Enfal/17) âyetini okur. Böylece, namzedin sporculuk hayatı boyunca kazanacağı başarılardan dolayı gurura kapılarak kulluk sınırını tecavüz etmemesi gerektiğinin şuuru telkin edilirdi. Bugünün spor kulüplerinin karşılığı olan tekkelerde, sporculara verilen bu terbiye ve sporculuk anlayışı gerçekten çok düşündürücü ve göz kamaştırıcıdır. Günümüz spor otoritelerinin de bu yapılanmanın üzerinde kafa yorup, sporculara bu mantalitenin kazandırılması hususunda metodlar geliştirmesi gerekmektedir. Çünkü bugün spor, süratle olması gereken zeminden uzaklaşmakta ve paraya indeksli olarak sektörleşmektedir. Ayrıca loto ve toto adı altında kumara vasıta kılınması da ayrı bir handikap teşkil etmektedir. Sporcuların ise sadece fizikî kuvvetinin gelişmesi üzerinde durularak moral değerler göz ardı edilmektedir. Bu şekilde maddî ve manevî güçlerinin dengeli geliştirilmemesinin neticesi olarak da her türlü aşırılıklar boy göstermektedir. Dolayısıyla toplumun yetişmekte olan genç nesillerine örnek olması gereken sporun bu temsilcileri, tam tersine yanlış bir model görüntüsü vererek toplumun sağlıksız gelişmesinde önemli rol oynamaktadırlar.

Busbecq'in Hâtıraları

İmparator Charles Quint'in Muhteşem Süleyman'a gön-derdiği meşhûr büyükelçi Ogier Ghiselin de Busbecq, Osmanlı kemankeşleri hakkında şu enteresan bilgileri verir: "Türkler yedi sekiz yaşında iken ok atmaya başlıyorlar. On, on iki sene devamlı surette talim yapıyorlar. Bunun neticesinde kolları gayet kuvvetli oluyor. Sonunda o kadar maharet kesbediyorlar ki, hedef ne kadar küçük olsa yine isabet temin eyliyorlar. Kullandıkları yay genellikle bizimkinden çok sağlamdır. Hem kısa olduğu için kullanılması kolaydır. Yaylar tek bir ağaç parçasından yapılmıştır. Birbirlerine güzelce yapış-tırılmış ve tutturulmuş sırımla öküz boynuzundan yapılmıştır. Bir Türk uzun antremanlardan sonra en sağlam okla kirişi kulağının arkasına kadar gerebilir. Bu türlü bir yaya alışmamış bir adam ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yayla kiriş arasındaki işaretli noktaya kadar geremez. Tâlimlere mahsus okullarda (tâlimhanelerde) Türklerin o kadar maharetle ok attıklarını görürsünüz ki kalkan üzerindeki bir beyaz dairenin etrafını okla çevirebilirler. Bu beyaz daire 'taler'den küçüktür. Beş altı ok beyaz noktanın içine girmediği gibi birbirleriyle çarpışmadan beyaz noktanın kenarlarına dizilirler. Umumiyetle kalkandan otuz ayak (kadem) uzakta durup nişan alırlar.

Müsabakalar

Okçuluk yarışmalarının birkaç çeşidi vardı. Bunların hepsinde de başarı elde edebilmek için, yarışmacının vücut kuvvetiyle beraber, yay çekmede ve ok atmadaki hünerini birleştirebilmesi lazımdı. Bunun için okçular arasında, "atıcılıkta, sanat kuvvete hakimdir" sözü darb-ı mesel olmuştur. Bu yarışmaların başta geleni uzun mesafe atışlarıydı. Buna, "menzil atışı" denilmektedir. İkinci yarışma şekli de okla nişana vurmaktı. Buna, "puta atışı" denilirdi. Üçüncü yarışma ise, ucu demir oklarla kalın ağaç kütüklerini veya sert maden levhaları delmekti. Buna da "darp vurmak" denirdi. Osmanlı Sultanlarının da çoğu kez hazır bulunduğu bu gibi ok ve cirit müsabakalarının sonunda bugüne ışık tutacak gözalıcı tablolar yansırdı Padişah, mükafat dağıtırken sporculardan paraya ihtiyacı olmayanlar geriye çekilir, ihtiyacı olan arkadaşlarının ihsan-ı şâhaneyi almalarını sağlayarak örnek bir sporculuk ahlakı sergilerlerdi.

Rekorları Belgeleyen Âbideler: Menzil Taşları

Uzun mesafe atışlarında rüzgar istikametine göre (Yıldız, Lodos, Gündoğusu) atış yerleri vardı. Yarışacak kemankeş, ayak taşı denilen yere abdest alarak gelir ve orada bulunan diğer kemankeşlerin, hep bir ağızdan, kendilerine has bir söy-leyişleriyle: "Ne hava vü ne keman-ü kemankeş Ancak erdiren menziline nidayı ya Hak!" diye seslenmelerinin ardından okunu atardı. Bir atıcının atmaya muvaffak olduğu en uzun mesafe bir rekor teşkil eder ve okun düştüğü yere atıcının adı ve tarihini belirten ve adına "menzil taşı" denilen mermerden âbidevî bir sütun dikilirdi (bkz. sh.22) Rekor kırmış atıcıların adlarını ebedîleştirmek için dikilen bu taşlar, genellikle klasik, lâle, barok ve ampir üslûplarında olur ve üzerleri de klasik mensur yazılarla işlenerek atıcıların başarıları tescil edilirdi. Rekoru kıran kemankeş, âbidenin altına para serper ve büyük bir ziyafet tertip ederek tekke şeyhi ve yardımcılarına hediyeler verirdi. İleriki tarihlerde başka bir kemankeş o menzil taşından daha öteye okunu düşürebildiği takdirde o da taş dikme hakkını kazanırdı. Böylece ikinci, üçüncü.. taşlar sıra ile birbirini takip ederdi. İlk dikilen taşa, o menzilin "ana taşı" denilirdi. Bu menzil arışmalarındaki bazı rekorlar asırlarca kırılamamış ve bazı menzillerin geçilebilmesi kâbil olmamıştır. Devrin ünlü kemankeşleri ve attıkları mesafelere gelince; Kazzaz Ahmet 1037 gez'e, Sinan Subaşı 1109 gez'e, Kaptan Sinan 1232 gez'e ve Tozkoparan İskender 1281,5 gez'e (845.79 cm) ulaşmıştır ki okçulukta erişilen en büyük rekordur. Tozkoparan bu rekora ulaşınca "cihan pehlivanı" ünvanını almış ve adına taş dikilerek üzerine: "Sahib-ül menzil-i fi'l-meydan Ellezi ismuhü Tozkoparan" diye beyit dizilmiştir. Ayrıca Osmanlı hükümdarlarından Bağdat Fatihi Dör-düncü Murat, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut da İstanbul Ok Meydanı'nda menzil taşı sahibidirler. Birkaç menzil taşı bulunan İkinci Mahmud'un hicrî 1251 (m. 1835) tarihli taşının altında Yesarîzâde Mustafa İzzet Efendi imzalı şu beyit vardır:
"Kuvvet-ü şevkle alup kemanın kabzaya
Attı tirin bin ikiyüz yirmibir gez padişah"

Tozkoparan İskender

Ok Meydanı, birçok ünlü atıcılar görmüştür. Bunların en namlılarından biri de Tozkoparan İskender'dir. Tozkoparan'ın yetişmesi hakkında eski kavisnameler şu malûmatı verirler: O asırda İran'dan Bahtiyar adını taşıyan bir pehlivan gelip, hükümdarın huzurunda sert yaylar çekmiş, birçok aynalar (metal levha) vurmuş ve büyük hünerler göstermiş. Hükümdar: "Bizde buna galip olan kimse yok mudur?" deyince etrafındakiler, "Padişahım bir nice gün aman verin tedarik olunur" demişler. Atıcıların ileri gelenleri bir yere toplanıp görüşmüşler ve şu tedariki görmüşler: Birkaç kantar ağırlığındaki bir top taşına demirden bir halka yapıp Bâb-ı Hümayun'dan içerideki meydana koymuşlar ve: "Her kim bu taşı kaldırırsa çok büyük ihsan vardır!" di-ye etraf-ı âleme haber yaymışlar. Bileğine güvenen herkes o demir halkaya yapışmış ancak yerden iki parmak kadar kaldırabilmiş. Ziyade kaldırabilen ise ancak bir karışı bulabilmiş. Tozkoparan İskender ise o devirde Acemi Oğlanlarından Bakraç Oğlanı imiş. Günün birinde oradan geçerken birçok adamın toplanarak taşın yanında durduklarını ve kaldırmağa çalıştıklarını görmüş. Hemen bakraçlarını yere koyup, taşın halkasına yapışmış ve üç defa göğsü üzerine kadar çıkarıp yere vurmuş. Hâdise padişaha müjdelenince, padişah Tozkoparan'a 1000 altın ihsan ederek: "Göreyim seni" diyerek sırtını sıvazlamış. Ve derhal Ok Meydanı tekkesine götürülen Toz Koparan'ı yetiştirmek için üstadlar tayin edilmiş. Böylece Tozkoparan İskender, Ok Meydanı'nda üstadlarla birlikte altı ay çalışıp muhkem idman yapmış. Bununla beraber geceleri sol kolu ve kalbi üzerine yatmasın diye Tozkoparan'ın başında iki adam sabaha kadar beklemiş. İşte böyle sıkı bir hazırlanmadan ve çalışmadan sonra Tozkoparan'ı ve diğer pehlivan Bahtiyar'ı padişahın huzuruna çıkarmışlar. Müsabaka başlayınca Tozkoparan, İran'dan gelen pehlivanın çektiği yayların üstüne kuvvetli bir yay daha koyduktan sonra bunları da kolayca çekmiş ve Bahtiyar'ın darp vurduğu yani deldiği aynaların üzerine bir ayna daha koydurarak onu da kolayca bir hamlede delmiş. Böylece Sultan'ı ziyadesiyle memnun eden Tozkoporan, ihsanını ve duasını almış. Ayrıca hükümdar, Bahtiyar'a da büyük ihsanlar edip: "Var imdi gördüğünü iyi söyle" diyerek memleketine yollamış.

Hakikî Kahramanlar

Büyük bir mütefekkirimizin: "Bir millet dünüyle içli dışlı olduğu sürece, yarınlarını teminat altına almış ve varlığını en sağlam temeller üzerine oturtmuş sayılır. Ruh kökünden uzaklaşıp özüne yabancılaştığı sürece de her esen rüzgarla yer değiştiren çer çöp gibi savrulup gider ve katiyyen istikbâl va'dedici olamaz" dediği gibi; öze ait tarihî değer, teşkilat ve sistemlerimizin bir nostalji çerçevesi içinde kalmayarak, geliştirilip insanımızın istifadesine sunulması gerektiğine inanıyoruz. Nihat Sami Banarlı'ya bir Amerikalı profesörün: "Siz tarihte defalarca başarı kazanmış bir milletsiniz. Bize veya başkalarına imrenmek neyinize? Biz, yeni bir millet olduğumuz için, tarihte muvaffak olmuş milletlerin sırlarını araştırır, bulduğumuz ve uygun gördüğümüzü asrımıza tatbik ederiz. Sizden de aldığımız kıymetler vardır. Evet, ilerlemek istiyorsanız, muvaffak olduğunuz asır-larda hangi meziyetlerinizle, hangi usul ve teşkilatlarınızla kazandınız? Bunları araştırınız. Bulduklarınızı modernize ediniz. Kendi millî ve denenmiş temelleriniz üzerinde yükseliniz" dediği gibi, sporun faydaya müteallik branşlarından olan ata sporlarımızın geliştirilip, onlara ahlakî değerlerin yerleştirilmesi, sporcuların da bu çerçevede madde ve mânâ buudlarının paralel ele alınarak örnek şahsiyetler, hakiki kahramanlar haline getirilmesi önem arzetmektedir. Hele hele, gençlerimizin hayranlık duydukları ve her türlü aşırılıklarıyla medyalarda boy gösteren sporcuların, kahrama(!) kabul edildiği günümüzde, bazusu kadar imanıyla da öne çıkıp, antreman aralarında seccadesini sererek kulluk şuuruyla Kudret-i Hakiki'nin önünde secde eden gerçek sporculara ihtiyacımız var.


KAYNAKLAR :
1-Amıcıs, Edmonda de; İstanbul, (çev. Prof. Dr. Beynun Akyavaş), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara/1986 2-Avcı, Cavut; "Okmeydanı", Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, sayı 51/330, Ocak-Şubat 1976 3-Aydın, Hilmi; "Yay ve Oklarımız", Tarih ve Medeniyet dergisi, Haziran 1997, sayı 39 4-Ayverdi, Samiha; Bağ Bozumu, Hülbe Yay., İst./1987 5-Banarlı, Nihat Sami; Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri, Kubbealtı Neş-riyat, İst./1984 6-Beyatlı, Yahya Kemal; Eski Şiirin Rüzgarıyla, İstanbul Fetih Cemi-yeti Yay., İst./1985 7-Busbecq, Ogier Ghiselin de; Türkiye'yi Böyle Gördüm, (haz. Aysel Kurutoğlu), Tercüman Binbir Temel Eser, tarihsiz ve Busbecq, Ogier Ghiselin de; Türk Mektupları, (çev: Hüseyin Cahid Yalçın), İst./1939 8-Edip, Eşref; Asr-ı Saadet, cilt. 1, Şamil Yay., İst./1985 9-İslam Tarihi, cilt 6, Çağ Yayınları, İst./1992 10-İşbil, Tülay; "Ok ve Okçuluk", Tarih ve Edebiyat Mecmuası Mart/1981, sayı: 3 11-Kahraman, Atıf; Osmanlı Devleti'nde Spor, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara/1995 12-Karamanoğlu, Derviş; "Ok Kandilleri", Tarih Hazinesi mecmuası, Aralık/1950, sayı: 3 13-Kömürcüyan, Eremya Çelebi; İstanbul Tarihi, Eren Yay., İstanbul/1988 14-Kunter, Halim Baki; "Millî Spor Tarihimizde Okçuluk", Tarih ve Edebiyat mecmuası, Aralık/1978, sayı: 12 15-K. W. A. Van der Weyde; "Geçmişte ve Günümüzde Okçuluk", Organorama dergisi, Ekim/1976, sayı: 1 16-Mazaheri, Ali; Orta Çağ'da Müslümanların Yaşayışları, Varlık Yay., İst./1972 17-Mutlu, İsmail; Sahabiler Ans, cilt I, Yeni Asya Yay., İst./1989 18-Öztuna, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, cilt 11, Ötüken yay., İst./1990 19-Pakalın, Mehmet Zeki; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Söz-lüğü, cilt 2, M.E.B. Yay., İst./1993 20-Şahin, M. Abdülfettah; Çağ ve Nesil, T.Ö.V. Yay., İzmir/1985 21-Sertoğlu, Mithat; Osmanlı Tarih Lugatı, Enderun Kitabevi, İst./1986 22-Turan, Prof. Dr. Osman; Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Boğaziçi Yay., İst./1997 23-Yücel, Erdem; "Şeyh Hamidullah'ın Menzil Taşı", Hayat Tarih mecmuası, Eylül/1974, sayı: 9 24-Yeni Türk Ansiklopedisi (Ok maddesi) Cilt VII, Ötüken Yay., İst./1985

Hiç yorum yok: