'' Kafesinden kaçmış birer kartal gibi, hiç yorulmamış ve aç kurtlar gibi, amansız bir Sayan dağı fırtınası gibi geldiler üstümüze prensim. Son askeriniz de orada can verdiğinde ve son bayrak da toprağa düştüğünde, onlar hiç arkalarına bakmadan ve sanki hiç savaşmamış gibi sürdüler atlarını bozkıra. Prensim soruyorsunuz nasıl durdurabiliriz diye? Efendim, onlar (TÜRKLER) durdurulamazlar."
(Çinli komutan Ho-Tsun'un Çin prensine hitaben yazdığı mektuptan alıntı)

“Bismillah ve ali berekatü Resulullah, Kabza, Cebrail Aleyhisselâm eliyle Hak Teala'nın emriyle, cennetten çıkıp, evvela Âdem Aleyhisselam'a verildi, ondan sonra, Sultan-ı Enbiya, Peygamber Efendimize verildi. Onun izni şerifiyle Sâd Bin Ebî Vakkas pirimiz oldu. Ondan, sahabe birbirine verdi, oradan ustalar aldı, benim ustam da bana emanet etti, ben de emaneti sana teslim eyledim. Fîsebilillah, niyet edip gaza niyetine ok at, talip olan kabza aşıkına bu minval üzere, hayır ve dua ile teslim edersin.” ( küçük kabza merasimi duası )


25 Kasım 2010 Perşembe

'' Türk Okçuluğu '' Konulu Konferans 22.11.2010 Tarihinde, Haliç Üniversitesi Mecidiyeköy Kampüsünde Gerçekleştirildi

22 Kasım 2010 tarihinde Haliç Üniversitesi B.E.S.Y.O. bölümü olarak Mecidiyeköy kampsü konferans salonunda düzenli olarak yaptığımız çalışmalardan 6.sı Türk Okçuluğu konulu seminerimiz ile ilgi toplanmıştır.

Sn Adnan Mehel ve Sn cemal Hünal’ı davet ettiğimiz konferansımıza sn. Cemal Hünal çekim ve toplantıları sebebiyle katılamamış. Özür mesajlarını iletmiştir.
Oldukça keyifli ve akıcı konuşmalarıyla bizleri zaman zaman tarihimizin 4000 yıllık geçmişine götüren ,zaman zaman ok ve yayın icadı m.ö. yıllara alıp götüren, oradan günümüze maalesef ilgisizlikten ve duyarsızlıktan kaldırım taşı olmuş nişan taşlarını ,ok meydanının tarihçesini ,bir yay yapımının zahmetli çileli ve sabırlı yapımını anlatan Türk okçuluğuna sahip çıkmamız gerektiğini öğrencilerimizle paylaşan ok ve yay sevdalısı sn. Adnan Mehel’e teşekkürlerimizi iletiriz.

Katılımın oldukça fazla olduğunu gözlemlediğimiz bu konferansa üniversitemiz kampüsünden birçok farklı bölümden ilgisi olan öğrenci katılmıştır. Binicilik ve okçuluk derslerinin aktif olarak yapıldığı Haliç Üniversitesinin okçuluk konulu daha birçok seminere ev sahipliği yapacağı görüşündeyim. Seminerimiz sonunda katılımcılara okulumuz adına sertifika verilmiştir.

HALİÇ ÜNİVERSİTESİ BEDEN EĞİTİMİ VE SPOR YÜKSEKOKULU’NDA ANTRENÖRLÜK EĞİTİMİ,SPOR YÖNETİCİLİĞİ VE REKREASYON BÖLÜMÜ OLARAK 2010-2011 EĞİTİM ÖĞRETİM YILINDA TOPLAM 38 ÖĞRENCİ BİREYSEL SPORLAR SEÇMELİ DERS OLARAK OKÇULUK SPORUNU SEÇMİŞTİR.

Öğr. Gör. AYSEL AKÇETİN(BABAGÜR)

8 Temmuz 2010 Perşembe

Unutulan Kavsilik Sanatının Canlandırılması Projesi














Her yıl düzenlenen ve son 2 yıldır da tarih projelerini de kabul eden Tübitak Ortaöğretim Öğrencileri Arası Proje Yarışmasına Samsun İlkadım Anadolu Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi Lise 2. sınıf Öğrencisi Can CENGİZ ve ben proje danışmanı olarak başvurduk.

PROJE ADI :
Unutulan Kavsilik Sanatının, Mustafa Kâni Efendi’nin Telhis-i Resai’lü’r Rumât (1847) Adlı Eserindeki Yöntemlerle Canlandırılması : Ok-Yay Yapım Denemesi

PROJENİN AMACI :
Türk yayı, tarih boyunca pek çok tecrübe ve denemeler sonucu çeşitli aşamalardan geçerek ortaya çıkmıştır. Fakat son yüz yıldır tamamen unutulmuş hiç yay ustası kalmamıştır. Bugün Macaristan’ da Türk yayı yapan ve dünyaya satan fabrikalar varken, bizim ülkemizde bu sanat tamamen unutulmuştur. Bu nedenlerle bu projemizin amacı;
- Türk yay yapım sanatı olan Kavsiliği tekrar canlandırmak.
- Yay yapım teknik ve şekillerini yeniden ortaya çıkarmak.
- Türk yayı ile ilgilenen ve bu sanatı araştıranlara yol göstermek
- Devlet büyüklerimizin ve idarecilerimizin de dikkatini çekerek bu sanatın yaşatılması için destek bulmak.
- Öğrenciler arasında farkındalık oluşturarak, genç nesillerin unutulan kavsilik sanatına ve okçuluğa ilgisini arttırmak.

Proje yapım aşamasına 2009 Ekim ayı itibari ile başladık ve 2010 mart itibari ile tamamladık. Projeler 12 bölgenin katılımı ile gerçekleşiyordu ve Samsun bölgesine Karadeniz bölgesinin bazı illeri dahildi. Tarih alanında 68 proje başvuru yaptı ve bu projelerden sadece 6 tanesi 26-30 Mart 2010 tarihlerinde On dokuz Mayıs Üniversitesinde yapılacak bölge sergisine katılmaya hak kazandı. Buradaki elemeden birinci çıkacak olan proje Ankara’ya gidecek ve orada tekrar elemeye katılacaktı. Bölge sergisinde 5 gün boyunca yaptıklarımızı sergiledik. Standımız doldu, taştı. Bütün alet malzeme aşamalarını sergilemeye çalıştık.1000 adet el broşürü bastırdık. Tanıtım afişleri hazırladık. İlgi çoktu, Profesöründen, öğretmenine herkes çok duygulandı. Çok tebrik edenler oldu. Bu çalışmaların nasıl kaybolduğunu nasıl unutulduğunu anlayamadıklarını daha çok şey yapılması gerektiğini vurguladılar.

Proje yarışması gereği öğrenci 3 kişilik jüriye 5-10 dakikalık bir tanıtım yapıyordu. Onun Powerpoint sunusunu da hazırladık. Öğrenci bunu jüriye sundu. Sergideki diğer bütün öğrenci ve danışmanları bu projenin Ankara elemelerine gitmesi gerektiğini belirtti. Ancak 30 mart 2010 günü sonuçlar açıklandığında istediğimiz olmadı. Tek tesellimiz bu serginin Samsun’da tanıtım anlamında ve insanların ilgisini çekmesi anlamında çok katkıları oldu. Bundan bir iki hafta sonra Samsun Milli Eğitim Müdürlüğü’nün organize ettiği Kültür Haftası etkinlikleri dolayısıyla tekrar sergi açtık ve orada da tanıtım yaptık.

Ben bir tarih öğretmeni olarak binlerce yıllık bu geleneğin nasıl 100 yıl içersinde unutulup gittiğine inanamıyorum. Bu nedenle bu geleneğin tekrar canlandırılabilmesi için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız. Şu an tanıtım noktasında farklı bir çalışma planlıyoruz. İnşallah hedefine ulaşırsa Samsun’da öğrencilere kurs verilebilecek bir Atölye açmayı planlıyoruz.
Bu vesile ile bu projenin hazırlanmasında bütün desteklerini esirgemeyen Hocamız Yaşar Metin AKSOY’a, İlkay DEMİRHAN’a, Samsun İlkadım Anadolu Teknik ve End. Meslek Lisesi Müdürü Sahir MADEN’e ve öğrencim Can CENGİZ’e teşekkür ederim.

Civan ÇELİK
Tarih Öğretmeni

24 Haziran 2010 Perşembe

Türk Kültüründe Ok

T.C.
KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ
FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ


TÜRK KÜLTÜRÜNDE OK


BİTİRME TEZİ


DANIŞMAN: DOÇ. DR. AYNUR KOÇAK

HAZIRLAYAN: İLKNUR KARAGÖZ

HAZİRAN-2007



İçindekiler

Önsöz
Giriş
Ok Hakkında Genel Bilgi……………………………………………………..5
Ok’un Yapımı………………………………………………………………....6
Okçuluk Hakkında Genel Bilgi…………………………………….................8
I. MİTOLOJİK SİSTEMDE OK
A. Yunan Mitolojisinde Ok…………………………………………………..10
B. Türk Mitolojisinde Ok
1.Çubuklarla ve Ok’larla Gelecekten Haber Verme……………………..........15
2. Fallık Sembolü Olarak Ok……………………………………………….....16
3.Rüyada Görülen Ok…………………………………………………………17
4. Göğe Ok Atılması………………………………………………………......18
5.Ok’un Kötü Ruhları Kovması……………………………………………….21
6. Ok ve Yayın Terazi Burcunu Oluşturması……………………………….....24
7. Kozmik Eksen Ok……………………………………………………….....25
8.Erkeklik Sembolü Olarak Ok……………………………………………..…26
II.TÜRK TARİH VE DESTANLARINDA OK
A. Türk Tarihinde Ok
1.Tâbilik Simgesi Olarak Ok………………………………………….............26
2.Ok İle İdarî Yöneticinin (Hükümdarın) Belirlenmesi…………………….....28
B.Türk Destanlarında Ok
1.Kahramanın Yayı ve Oku Yardımıyla ilk Kahramanlığını Göstermesi..........28
2.Kahramanın Ok Yardımıyla Üstünlüğünü Kanıtlaması……………………..30
3. Kahramanın Ok Yarışı ve Diğer Yarışlarla İmtihan Edilmesi ………...……30
4. Ok ile Gerdek Yerinin Belirlenmesi ………………………………..….........31
5. Değerli Bir Hediye Olarak Ok ……………………………………...……….31
6. Ok’un Gökyüzünde Yıldız Olması………………………………...…...........32
III. TÜRK KÜLTÜRÜNDE SEMBOL OLARAK OK
A.Ok’un Davet Sembolü Olması…………………………………………….....39
B.Hediyeleşme Kültüründe Ok………………………………………………...41
SONUÇ……………………………………………………………..…..............43
KAYNAKÇA………………………………………………………..................44




Önsöz

Bu tez çalışmasında ok’un Türk kültüründe sadece bir silah aracı olarak kullanılmadığı ortaya konulmaya çalışıldı.
Eski çağlarda –ateşli silahların olmadığı dönemlerde- savaşalar esnasında silah olarak mızrak, ok, yay, kılıç, gürz gibi insan eliyle yapılan araçlar kullanılırdı. Bunların içinde ok ve onun ayrılmaz parçası yay farklı bir konuma sahipti. Türklerde savaş anında zor durumda kalan kumandan ok atarak başka bölgedeki askerleri savaş meydanına çağırırdı. Aynı zamanda ok kabile anlamı da taşırdı, miras paylaşımında ve hediyeleşme kültüründe önemli bir yere sahipti. İşte bu sebeplerden dolayı Türk Kültüründe Ok konusu bizi incelemeye sevk etmiştir.
Çalışmada öncelikle eski Türklerde ok kavramı hakkında verilen bilgiler üzerinde duruldu. Okun yapımı konusunda verildikten sonra, kısaca okçuluğun İslamiyet’teki yeri belirtildi.
Çalışmanın ilk bölümünde ok’un mitolojik bağlamda Yunan ve Türk mitolojilerindeki konumu saptandı.
İkinci bölümde Türk destanları taranarak ok’un Türk tarih ve destanlarındaki önemi belirtildi.
Üçüncü ve son bölümde ise Türk kültüründe bir davet sembolü olarak kullanılan ok’un hediyeleşme geleneğindeki önemi üzerinde duruldu.
Tez çalışmam süresince ilgisini, desteğini ve sevgisini esirgemeyen değerli hocam Aynur Koçak’a teşekkür ederim. Ayrıca okul hayatım boyunca dualarını eksik etmeyen ve daima destek veren annem Mahinur Karagöz’e sevgilerimi sunarım.

İlknur Karagöz


Giriş

Ok’la İlgili Genel Bilgiler

Ok denince ilk akla gelen okun bir silah aracı olarak kullanılmasıdır. Gerçekten de ateşli silahların olmadığı dönemlerde ok önemli bir silahtır. Bu nedenle de başta Türkler olmak üzere birçok medeniyetlerde mühim bir yere sahiptir.
Ok, Kâmus-ı Türkî’de “yayla atılan mermi ki ucı sivri demirden ve arkası tüy şeklinde ince ve kısa bir değnekdir, tîr, sehm”[1] olarak geçer.
Derleme Sözlüğünde ok, miras kalan mallar pay edilirken yapılan ad çekme (Güney Yeşilova – Bdr.;- Ks.; Kurşunlu – Çkr.; Kilis – Gaz.; -Mr.) anlamına gelmektedir. Yine burada ok atmak miras kalan malları pay etmek için ad çekmek (Eğrigöz Emet – Kü. ;-Ks.;- Çkr. ) [2] demektir.
Tarama Sözlüğünde ise ok bırakmak; ok atmak, kura çekmek[3] demektir.
Devellioğlu da eserinde Arapçada ok anlamına gelen sehm[4] kelimesinin bir anlamını kısım, hisse, pay olarak verir.
Görüldüğü gibi ok eski Türklerde bir silah aracı olmakla birlikte miras paylaşımıyla ilgili kelimeleri de karşılamaktaydı. Gy. Németh’e göre, Oğuz kelimesi Türkçede aynı zamanda “kabile” (bir siyâsî kuruluşa bağlı kabile) mânasına gelen ok sözüne eski Türkçedeki çoğul eki z ilavesiyle türemiş (ok+uz) olup, kabileler demektir. Gy. Németh’in izah tarzının, bazı itirazlara rağmen, doğru ve - mesele sadece “linguistique” açıdan değil de - Türk tarihinin sosyal ve siyasî gelişmesi bütünü içinde ele alındığı takdirde bilhassa tutarlı olduğu bellidir. Oğuz kelimesinin Çince’ye kabileler diye tercüme edilmesi de bu görüşü destekler. Anlaşılıyor ki, “Oğuz” adı aslında “éthnique” bir isim olmayıp, doğrudan doğruya “Türk kabileleri” manasını ifade eden bir kelimeden ibarettir.[5]
Oğuz’un diğer bir adı da “Ok-Turka-Oğuz” şeklindedir. Şöyle ki: Oğuz Han zamanında ihtiyarlara saygı gösterilir ve onlara “Aka[6]” derlerdi. Onların akın sırasında yurtta kalmaları emredilmişti. Onlar da Oğuz Han’a “Ok-Tukra-Oğuz” derlerdi.[7]
Orhun Yazıtları’ndaki Göktürk abc’sinde (k) harfi ok işareti ile, (y) harfi yay işareti, (r) harfi süngü işareti ile gösterilmiştir.[8]
Pertev Naili Boratav, “ok deme! Allah de!” şeklinde bir Türk atasözünden bahsediyor ve bunu şöyle yorumluyor: “Halk inanışlarının birçoğunda “ok” sözcüğü cin ve şeytanın adı olduğu için, bu adı söylemek yasaktı.” [9]
Türklerde ok eski çağlardan beri önemli bir yere sahiptir. Bundan dolayı Türkçede okla ilgili “atılan ok geri dönmez[10]”, “kartala bir ok değmiş, o da kendi yeleğinden[11]”, “atasözü tutmayan ok gibi atılır[12]”, ilk vuran okçudur[13]”, “ok yaydan çıktı[14]” gibi atasözlerine; “ok gibi (yerinden) fırlamak (=atılmak)[15]”, “ok gibi yüreğine/ciğerine işlemek(=etkilenmek)[16]”, “ok meydanında buhur/buhurdan yakmak(=acemi olmak)[17]”, “ok yaydan çıkar gibi(=hızlı)[18]” deyimlere rastlamaktayız.

Ok Yapımı
Oklar, yapıldıkları malzeme bakımından, kamış ve ağaç diye ikiye ayrılmaktadır. Kullanıldıkları amaca göre de, tirkeş oku, talimhane oku, puta oku, menzil oku, idman ve meşk oku gibi türlere sahiptir.
Okun kısımlarına, insan vücuduna benzetilerek değişik adlar verilir. Okun boyu 24 çeşit kısma bölünmüştür. Çileye takılan gez kertiğinden itibaren ilk 4 kısma baş, başın bitimine boğaz, 10.5-11 kısım gelen yerine göbek, boğazla göbek arasına göğüs, göbekten 17. kısma kadar baldır, baldırdan uca yani 17.-24. kısım arasına ayak denilir. Ucuna takılan sivri parça madenî ise temren, kemik ise soya adını alır. Havada düzgün uçmasına ve ayağı üzerine düşmesine yarayan üç parçalı tüye yelek, bazen da sakal denilir. Gezi, kemik veya fildişinden ayrı parça halinde olursa başpâre diye anılır.[19]
Ağaç oklar her çeşit çam ağacından yapılırsa da, okçular Bayramiç kazasının Avcılar ve Çavuşlar köylerinden getirtilen çamları tercih ederlerdi. Bazı titiz okçular, kendileri gider, istedikleri ağaçları yerinde seçip kestirirlerdi. Bayramiç yakınındaki Kaz Dağı’nın, güney rüzgarı alan yüksek yamaçlarında yetişen çamlar çok makbuldü. Gölgelik yerde yetişen çamdan iyi ok olmazdı. Hatta, kimi okçular daha da titiz davranır, ağacın poyraza bakan yüzünden yapılan okları poyraz havasıyla, güneye bakan yüzünden yapılanları lodos havasıyla yapılan atışlar için kullanmayı tavsiye ederlerdi. Ağacın o yüzünün o rüzgara uygun ve alışık olduğu yolundaki bu inancın ne derece fayda sağlayacağını bilemiyoruz. [20]
Ağacın kemalini bulmuş olanları seçilirdi. M. Kâni’ye göre, çam 10 yaşında kemâline ulaşır. Vaktinden önce kesilen ağacın dokusu gevşektir, geçkin ağaç gövdeleri ise ancak kütük yapmağa yarar. Ağaçların suyunun çekildiği güz sonlarında kesim yapılır. Yerden bir arşın yukarıdan, 1.5 arşın boyunda budaksız yeri alınır, altta kalan kısım “burgaşık” dokulu, üstteki kısım ise gevşek dokulu olduğundan, ok yapımına gelmez. Alınan gövdelerin kabukları temizlenir ve 2-3 parmak kalınlığında dört köşe parçalar halinde kesilir. Keresteciler bunlara “samanlı” derlerdi. Sonra desteler halinde bağlanıp İstanbul’a yollanır. [21]
İstanbul’a gönderilip okçu esnafına dağıtılan çubuklar, iki ay öylece bırakılır. Sonra normal sıcaklıktaki fırında tamamen sarıncaya kadar, birkaç saat tutulur: Böylece ağaç bütün yağını ve çırasını atar, hafifler. Buna oka tımar vermek denir. Fırında çok tutulursa kavrulur, oku dayanıksız olur; az tutulursa çıralı kalır, oku yüğrek olmaz..[22] Çubuklar kızgın kum içine gömülerek de tavlanırdı. Tavlanan çubuklar kuru hava cereyanlı bir yerde 10 gün kadar tutulur. Daha sonra, rutûbetsiz bir depoya konularak 3-5 yıl tabiî halde kurumaya terkedilir. Abdullah Efendi, 20, 50, hattâ 100 yıl dursa daha da iyidir, diyor.[23] Bu kadar çok bekletilmesi yalnız iyi olması için değildir. Ağacın dokusu, hayatiyetini kesildikten sonra da korur. Marangozlukta buna “ağacın çalışması” denilir. Bu süre içinde ağaçta esneme ve yamulmalar olur. Yamuk bir ağaçtan da ok yapılamaz. Bunu önlemek için okluk çubukların uzun süre bekletilmesi tavsiye edilir.
Bu işlemler tamamlandıktan sonra ok gövdesi yapılır, okun gez yeri ayarlanır, oka soya (Menzil oklarının ucuna, taşkınlık yapmayacak büyüklükte, sivri bir kemik parçası geçirilir; buna soya denir.[24]) ve temren takılır. En son işlem olarak okun havada düzgün uçmasını sağlayan yelekleri takılır. Böylece ok yapımı tamamlanır.


Okçuluk Hakkında Genel Bilgi

İslamiyet öncesi Türk kültüründe önemli bir yeri olan ok ve yay, İslamiyetin kabulüyle dinî bir boyut da kazanmıştır. Okçuluk kutsal amaçlarla bütünleşmiştir. Kur’an’da geçen (Enfal Süresi, 60.ayet) “cenkten önce, düşmanınız kafirlere karşı kuvvetinizi toplayıp hazır edin” âyetini Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hutbesinde açıklarken, burada geçen “kuvvet” sözünün “ok atmak kuvveti” anlamına geldiğini ifade etmiştir.
İslamiyette ok’un cennetten çıktığına inanılır. Ok önce Cebrail tarafından Adem peygambere getirilmiş, sonra sırasıyla peygamberden peygambere, nihayet Hazreti Muhammed’e kalmış, Hazreti Muhammed’in Sa’d ibn Ebu Vakkas’a vermiş, ondan da üstaddan üstada gelmiştir.
Okçulara, “Tirendaz, Tirzen, Kemankeş, Kavas, Tirkeş” denilir. Kemankeşler her gün “Alelade İdman” yaparlar. Önemli yarışmalardan önce “Muhkem İdman” ağır ve zorlu çalışma dönemine girerler. Okçuluk yapmak isteyen kişiler tekke şeyhinden izin alır ve namaz kılarak çalışmalara başlar. “Şakirt” denilen acemi okçular önce tekkede yapılan ilk bölüm çalışmalarına katılırlar. Bu acemi okçulara önce yayla idman yaptırılır. Bu idmanda ustasından “Kepaze Kabzası”nın nasıl tutulacağını öğrenen okçu adayı, bu çalışmada vücudun kepaze ile uyum kazanmasını sağlar. İlk dönemlerde altmışaltı kez kepaze çekilir. Bu çalışma ustaların yönetiminde günde bine kadar çıkarılabilir. Bu arada “şakirt”ler her sabah on gezden başlayarak her defasında arttırmak üzere avuçlarını bir mermere vururlar. Okçuluk hem kuvvet hem de yetenek gerektiren bir beden sporu olduğu için uzun bir hazırlık dönemini zorunlu kılar.
Ok atmaya başlayan kişiye seçtiği şeyh yahut bağlandığı üstad tarafından bir kabza verilir. Öğrenci kendisine anlatıldığı şekilde idmana başlar. Dokuzyüz gez (1gez 66cm’dir) atınca Okmeydanı’nda “kabza alma” merasimi yapılır ve adı “atıcılar siciline” kaydedilir.
Şeyh, kabza alma merasiminde öğrencinin sağ elini sağ eline tutar. Baş parmakları birbirine kavuşmuş vaziyettedir. O esnada şeyh, sağ kulağına “kemankeşler sırrını” yani okçuluğun sırrını söyler. Bazı rivayetlere göre bu okçuluğun sırrını Kur’an-ı Kerim, Enfal Sûresi’nde yer alan 17. ayet “vema rameyte iz rameyte vela kinnallâhe ramâ” (Attığın zaman onu sen atmadın, lakin Allah attı.) olduğu söylenmektedir.
Hz. Muhammed’in eshabından Sa’d ibn ebû Vakkas atıcıların piri, Ebubekir oğlu Mehmed yaycıların piri, Halife Ömer okçuların piri, Ali b. Ebû Tâlib zihgircilerin piri sayılmıştır.[25]
Okçuluk konusunda bazı hadisler şunlardır: “Çocuklarınıza Kur'an okumayı, ok atmayı ve yüzmeyi öğretiniz”, “Çocuklarınıza ve kullarınıza ok atmayı ve ata binmeyi öğretin. Size derim ki, ok atmak ata binmekten de hayırlıdır”, “Bir ok sayesinde üç kişi cennete girer: oku yapan, sunan ve atan”, "Bir kişi gaza niyetine düşmana ok atsa, düşmanı vursa da vurmasa da kendisine bir kul azâd etmek sevâbı yazılır”, “Ok atmak nâfile ibâdetten daha hayırlıdır”, “Ok atılan yer ile okun düştüğü yer arasındaki uzaklık kadar size cennetten bahçeler vaat edildi”, “Şu üç mecliste melekler sizinle beraber olurlar: biri ok atışmak, biri pehlivanlık etmek ve biri helâliyle sevişmek”, “Ok atmayı öğrenen, sonra da özürsüz terk eden bizden değildir”, “Sıkıntısı olan kişi ok ve yay edinse sıkıntısı zâil olur”, “Ok atışmak ve at yarıştırmak dışında bütün oyunlar kumardır ve haramdır”. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hadisleri nedeniyle atıcılık “Sünnet-i Seniyye-i Muhammediye”ye uyularak yapılmış ve ok atıcılığına olan ilgi artmıştır.
Hz. Muhammed (s.a.v) ashâbıyla giderlerken yol kenarında ok atışan kimseler görür ama selâm vermeden geçer. Sebebini sorduklarında: "Çünkü onlar şimdi ibâdettedirler" cevabını verir.
Uhud Gazası'nda, Hz. Muhammed (s.a.v.), yanında ok atmakta olan Sa'd ibn Ebû Vakkas'a ok verirken, başarısı karşısında heyecanlanıp: "At yâ Sa'd, anam babam sana feda olsun!" demiştir. O gün binden fazla isabetli ok atan Sa'd ibn ebû Vakkas devrinin en usta okçusu idi. Bu yüzden kemankeşlerin pîri sayılmış, pîrlik kuşağını kendisine bizzat Hz. Muhammed'in kuşattığına inanılmıştır. Bu hadîs ve rivâyetlere dayanılarak, ok atmak “sünnet” sayılmıştır.[26]
Hz. Muhammed’in yukarıda anılan âyet tefsîrine bakılarak “farz-ı kifâye” sayıldığı olmuştur. Bundan dolayı abdestsiz bir şekilde yayın kabzasına yapışılmaz ve ok atılmaz. Ok atışlarına besmele ve selât ü selâm ile başlanır.

Ok koşuları düzenlemek, eski Türk ve Arap dünyasında yaygın bir âdettir. İslâm inancına göre, ok yarıştırmak haram sayılmayan birkaç oyundan biridir. Okçuluğa hem bir ibâdet hem de savaş hazırlığı gözüyle bakılır. Harp okçuluğu yanında, bir savaş hazırlığı sayılarak spor okçuluğuna da aynı kutsal önemin tanındığı görülmektedir. Nitekim menzil okçuluğu gibi, koşu okçuluğu da sünnettir. Gerek menzil gerek koşu atışlarında oklar hep “Yâ Hak!” nidasıyla “gaza niyetine” atılır.
Savaş okçuluğu terk edildikten sonra, spor okçuluğunun öncelikle manevî bir disiplin sayılıp, yüzyıllar boyu sürdürülmesinde bu dinî inanç önemli rol oynamıştır. Yine bu inanca dayanılarak ok meydanlarına, cennetten bir köşe diye bakılmış, sınırına tecavüz edilmesine, sarhoş, abdestsiz ve pabuçla girilmesine izin verilmemiş, yetkili kişisine şeyh denilmiş, cihat, yağmur ve âfet duâlarında hep bu meydanlarda toplanılmıştır.

I. MİTOLOJİK SİSTEMDE OK

A. Yunan Mitolojisinde Ok
Yunan mitolojisine baktığımızda Artemis karşımıza çıkar. Artemis bakire kalmak ister. Çünkü annesi Leto, kardeşi Apollon’u doğururken çok eziyetler çeker. Babası Zeus’tan daima bakire kalmasını lutfeder ve bir yay ile hızlı uçan oklar ister.
Apollon (Latince adı Febus)’un simgesi yay ve lir; temsil ettiği doğal güç ise güneştir.
Apollon’un okuyla ejderi öldürmesi: Apollon doğumundan dört gün geçince kuvvetini göstermek ister. Yanan bir meş’ale ile yayını, okunu alır. Parnossos dağındaki başa çıkılmayan ejderi her şeyi delip geçen okuyla öldürür. Apollon, Python adını taşıyan bu ejdere “ Ey güneşin oklarıyla yere serilen Python; orada olduğun gibi kal, artık insanlara fenalık yapmayacaksın.” diye son sözünü söyler.
Bazı “Mitologlar” Python adındaki büyük yılanı; ilkbaharda Parnassos yarlarından akarak gelen coşkun sellerin sembolü olarak kabul ediyorlar. Dağlardaki karların erimesiyle çoğalan, coşan bu seller yarları, delice atlayarak, yılan gibi kıvrılan yataklardan hızla akarak, önlerine çıkan sürüleri, insanları alıp götürüyordu. Yazın, güneşin sıcak, yakıcı okları insanlar için bir ejder olan bu coşkun seli gebertiyordu. Bu coşkun yılan geberince leşi çürümeye başlıyordu. Zaten Python “Çürüyen, kokan sel yatağı” demektir.[27]
Leto’nun öcünü Artemis ve Apollon oklarıyla Niobe’nin 12 çocuğunu vurarak alır. Olay şöyle gelişir: Niobe 12 tane çocuğa sahip olduğu için gururlanır ve “Apollon” ile “Artemis”in anası “Leto”dan kendisini üstün görür. “Benim bir sürü çocuğum var. Kimse benim neslimi kurutamaz” diye bağırır. Leto bu sözleri işittikten sonra çocuklarına Niobe’den öc almalarını emreder. Niobe’nin altı oğlu Kitheron dağının kayalıklarında avlanırlar. Öğle vakti “Apollon” okları ile onları yere serer. Bu felaketi duyan kız kardeşlerinin altısı naaşların bulunduğu dağa doğru koşarlar. Fakat oraya ulaştıklarında gece olur ve Artemis, görünmez okları ile bu altı kız kardeşi öldürür. Niobe evlatlarının acısına dayanamaz. Zeus’tan kendisini kaya haline getirmesini ister. Bunun üzerine Sipylos (bugün Manisa) dağında kaya haline gelir.
Artemis, kendi okuyla -bilmeden- sevdiği Orion’u öldürür: Zeus’un kızı “Artemis” Orion adındaki bir avcıyı sever. Apollon kız kardeşinin Orion’la evlenmesini istemez. Artemis’i öğütle ondan vazgeçiremediği için, hile ile, Orion’u ortadan kaldırmayı düşünür. Bir gün Orion yüzerken kıyıdan çok uzaklaşır, kafası kara bir nokta gibi görünür. Apollon, kız kardeşine bu kara noktayı göstererek “oraya kadar okunu gönderebilir misin” der. Artemis yayını çeker, okunu Orion’a atar ve onu -haberi olmadan- kendi eliyle öldürür. Artemis buna çok üzülür ve babasından Orion’u bir takım yıldızı “burç” halinde gökyüzüne çıkartması için yalvarır ve Zeus kızının isteğini yerine getirir.
Okun geyik yerine, Sotyros’a isabet etmesi sonucu, sinirlenen Sotyros’un Amymone’den öcünü almaya yeltenmesi: Poseidon’un kızlarından biri olan Amymone, uzun müddet dolandıktan ve çok bitkin bir hale geldikten sonra bir ağacın altında uyuya kalır, biraz sonra yanı başından geçen bir geyiğin çıkardığı gürültü ile uyanınca, genç kız hemen kalkar, yayını gererek geyiğe bir ok atar, fakat ok geyiğe değecek yerde orada fundalıkta uyuyan bir “Sotyros”a isabet eder. Sotyros Amymone’den intikam almak için peşine düşer, Amymone Tanrıdan yardım ister. O anda Poseidon üç çatallı yabasını, Sotyros’a fırlatır. Tanrının silahı vücudunu delerek geçer ve hızla bir kayanın dibine saplanır. Tanrı “ne arıyorsun güzel kız?” sorunca, Amymone “susuzluğumu giderecek bir kaynak arıyorum” der. Bunun üzerine Tanrı “şu kayaya saplanmış yabamı çıkar” der. Amymone, söyleneni yapar ve yabanın üç çatalının saplandığı yerden üç kaynak fışkırır. Bu pınarın adı “ Lerna Pınarı” olarak kalır.
Herakles’in ok ve yayıyla kahramanlık göstermesi: Eurystheos, Herakles’i Geryoneus’un öküzlerini getirmekle görevlendirir. Kralın bu yeni emrini yerine getirmek için Herakles Afrika kıyısı boyunca, güneşin battığı yerlere yönelir. Yolda yorgunluğunu gidermek için Avrupa’yı Afrika’ya bağlayan berzahı parçalar ve karalar, kayıp birleşmesin diye boğazın hem Avrupa hem de Afrika kıt’alarına bitişik olan kısımlarına muazzam birer sütun diker. Böylece eskilerin “Herakles direkleri” adını verdikleri Cebelitarık boğazı meydana gelir. Orada “ Güneş” arza yakın olduğundan ve çok sıcak olan okları yeri ve yerdekileri rahatsız eder. Herakles sinirlenir ve onun oklarına karşı ok atmak için yayını gerer. Güneş, Alkmene’nin oğlunun bu cüretine hayret eder. Onun hiddetini yatıştırmak için yoluna devama müsaade eder.
Herakles, Eurytos adındaki adamın yanına varır. Bu adam kendinden daha iyi ok atan birisine rastlarsa güzel kızı İola’yı ona mükafat olarak vereceğini etrafa yaymıştır. Herakles bu şartı kabul eder ve okunu hedefe Eurytos’dan daha iyi atar, sonunda zafer mükafatını istediği zaman reddedilir. Herakles öfkeli olarak oradan ayrılır. Eurytos’un oğullarından İphitos koşarak gelir. Çalınan sır sürüsünün yakalanması için Herakles’ten yardım ister. Babasının yaptığı haksızlığı hatırlayan kahraman sinirlenir ve Eurytos’un bu tahlihsiz oğlunu yakalar, Trynthus’un surlarından aşağı fırlatır.
O zamanlar bu bölgeler Oineus adında bir kralın idaresinde bulunmaktadır. Bu kralın Deianeria isminde ok atmakta, şar kullanmakta ve yiğitlikte çok ileri gitmiş bir kızı vardır. Herakles bu kızın kahramanlığına hayran olur, ona gönül verir ve evlenme teklif eder. Fakat ortada Akheloos adında tehlikeli ve korkunç bir rakip vardır. Bu da kızı istemektedir. Deianeira bazen böğüren bir boğa, bazen uzun halkalı bir yılan, bazen iki boynuzlu ve ağzından sular fışkırır bir dev şeklinde karşısına çıkan Akheloos’dan ürkmekte ve onun karısı olmaktan ödü kopmaktadır.
Kral Oineus’un kızı, kahraman Herakles’in evlenme teklifini öğrenir öğrenmez sevinerek hemen kabul eder. Bu nedenle Akheloos ile Herakles arasında kavga başlar.
Herakles’i korkutmak için Akheloos, azgın bir boğa şekline girer. Herakles bir vuruşta onun uzun boynuzlarından birini kırar. Akheloos yenilerek geri çekilir ve Herakles, güzel ve kahraman Deianeira ile evlenir. Evlendikten sonra karı koca uzak bir şehre gitmek üzere yola çıkarlar. Yolda büyük bir nehrin kenarına gelirler. Karlar eridiği için sular kabarmış, geçit vermemektedir. Nessos adında, belden yukarısı insan aşağısı at olan “Kentaur” nehrin bir kıyısında durup, gelen yolcuları omzuna, sırtına alarak karşı tarafa geçirmektedir. Cesur Herakles nehri yüzerek geçmeye karar verir. Yalnız karısı Deianeira’yı Kentaur’un sırtına bindirir. Fakat arkasında köpüklü izler bırakarak dalgalar üzerinde şahlanan Nessos, nehrin tam ortasına gelince Herakles’in vaktiyle Kentaur’lara yaptığı hakareti hatırlayarak intikam almak sevdasına düşer. Sırtındaki güzel kadını karşı kıyıya geçireceği yerde, Nessos nehir boyunca doğru yol almaya ve hızla koşarak Deianeira’yı kaçırmaya başlar.
Herakles’in zehirli okuyla Kentaur’u vurması: Deianeira’yı kaçırdığını gören Herakles yayını gerer, zehirli okunu hazırlar. Nessos kadını kıyıya çıkarıp, ormana dalacağı sırada ok fırlar, hain Kentaur vurulur. Öleceğini hissedince; intikamını kurnazlıkla almayı düşünür ve Deianeira’ye yarasından akan kanının sihirli bir kan olduğunu söyler. “Eğer kocan bir gün seni sevmekten vazgeçecek ve sana ihanet edecek olursa şimdi yaramdan akan kanda ıslatacağın bir gömleği ona giydirmekle onu büyüleyecek ve kendine tekrar ve eskisinden daha fazla aşkı edebileceksin” der.
Hain Nessos bunları söyler ve ölür. Bir gün Herakles, vaktiyle Akhalia diyarında, hakkında reva görülen istihkarın öcünü almak için Euytos’un yanına gider. Oraya varınca Akhalia beldesini yakar, sonra hala sevmekte olduğu güzel İole’yi alır. Getirir. Bu büyük zaferden dönerken Zeus’a kurban takdim etmeyi düşünür. Bir adamına karısından kurban takdim merasiminde giymek üzere bir gömlek istemesini söyler. Gömlek isteyen adamdan, kocasının İole ile birlikte olduğunu haber alınca Deianeira’nın kıskançlık hisleri uyanır ve kocasını büyülemek için bir gömlek alır ve Nessos’un kanında ıslatarak Herakles’e gönderir. Herakles gömleği giyer giymez, kendi zehirli okundan Nessos’un kanına geçen ve oradan sırtına giydiği gömleğe bulaştıran müthiş zehir etine işler, kanına karışır ve bütün vücuduna yayılır. Tahammül edilmez acılarla gömleği yırtmaya, parçalamaya çalıştıkça, vücudundan gömleğe yapışan parça parça etleri koparmak zorunda kalır. Homurdanarak Oita dağına tırmanır. Birdenbire duman bulutlarının dalgalandığı ve uzun alevlerin göklere yükseldiği görülür. Alkmene’nin oğlunun vücudu kül olmak üzere iken yüksekten inen parlak yaldızlı bir bulut, dağın tepesine çöker, yaygaralar arasında dört beyaz atın çektiği yaldızlı bir şar görünür. Zeus oğlunu almak için yere inmiştir. Zeus oğlunu tanrıların dağı olan Olmypos’a götürür.
Herakles attığı zehirli oklarıyla devlerin yenilmesini sağlar: O suçluların cezasını verip dünyayı zulümden, kötülüklerden temizlemek istemektedir. Dünyada görülen haksızlıklar, adaletsizlikler, sefalet onu yaralamaktadır. Tanrılar bile onun bazı hareketlerine kızdıkları halde ses çıkarmazlar, bu güçlü kahramandan adeta çekinirlerdi. Hatta bazen onun yardımını bile isterlerdi. Mesela devlerle, tanrılar arasındaki savaşta Herakles Tanrılar tarafını tutarak, onlara yardım etmiş, attığı oklarla devlerin yenilmesini sağlamıştır.
Philoktetes (Herakles’in en yakın arkadaşı), Heraklesin kendisine verdiği zehirli oklarla Troia’lıları yenmesi: Vaktiyle Herakles, Oita dağında, alevler içinde yanarak can verirken, yanından hiç ayırmadığı oklarını, yayını Philoktetes’e bağışlamıştır. Philoktetes kendisine armağan edilen okların, ne harika bir ok olduğunu Yunanlılara göstermek ister. Bir gün, bir ala geyiğe ok atmak isterken dikkatsizlikle, oku kendi ayağına düşürür. Kendini yaralar. Halbuki Herakles’in okları, Lerna bataklığının korkunç yılanı, Hydra’nın kanına batırıldığı için zehirlidir. Bu sebeple, kahraman Philoktetes’in ayağında iyi olmaz, iğrenç bir yara açılır. Bu dayanılmaz iğrenç koku herkesi fena etkiler. Bu yüzden Philoktetes’i Lemmos adasında terk etmek zorunda kalırlar. Philoktetes yıllarca bu ıssız ve çorak adada yaşar.
Akhilleus’un oğlu Neoptolemes ile Odysseus, onu geri getirmek için çok uğraşırlar, dil dökerler. Çünkü Yunanlılar sadece Philoktetes’in Troia’lıları yenebileceğini düşünmektedir. Yunanlılara dargın olan kahraman, sonunda gitmeye karar verir. Philoktetes gemiden iner, çadırlara doğru yürür. Podaleirios adındaki ünlü hekim onun yarasının üstüne şifalı bir merhem koyar. Bu harika ilacın tesiri ile Philoktetes hemen iyi olur. Savaş meydanına gelir. Philoktetes, Herakles’in oklarıyla sağa sola ölüm yağdırır, Troia’lıların saflarını kırıp geçirir. Bu dev kahraman tarafından, atılan zehirli oklarla yananların ve kıvrılanların korkunç feryatlarına bir çare bulmak için gelen “Paris” yayına bir ok koyar ve Philoktetes’e atar. Ok havayı yararak uçar. Fakat Alkmene’nin bu yeni oğluna değmez. Philoktetes yanındaki arkadaşlarından birinin vurulduğunu görünce çok üzülür ve zehirli okunu fırlatır. Islık çalarak uçan ok, (Göktürkler (de) savaşlarda ıslık sesi çıkaran oklar atarlardı. Bu okların çıkardığı sesler, düşman üzerinde ürkütücü bir etki yapar, onların şaşkınlıklarına neden olurdu.[28]) hedefine ulaşır. Gider Paris’in kasığına saplanır. Hydra yılanının korkunç zehri, okun ucundan kanına karışır, kalbini dağlar, bağırsaklarını alevlendirir. Bu acılar ilk karısı bahtsız Oinone’yi ona hatırlatır. O yaraları iyi edecek her türlü merhemi yapabilmektedir.
Paris’i, vaktiyle Helena yüzünden terk ettiği İda dağında herkesten uzak, yalnız başına yaşayan Oinone’nin yanına götürürler. Fakat Oinone onu affetmez. Paris ümitsizliğe kapılır ve İda dağında ruhunu teslim eder.
Odysseus attığı okla işgalcileri ülkesinden kovar: İşgalciler Odysseus’un eşi Penelope’yi almak isterler. Ancak Penelope şart koşar.“ İşte Odysseus’un yayını getirdim . Kim bu yayı bükebilirse ve oku on iki baltanın saplarının birbirine bağlanmasıyla meydana gelen delikten hatasız geçirirse ben onunla evleneceğim”[29] der. İşgalciler yayı germeyi denerler. Fakat hiçbiri başaramaz. Odyssesus dinlenci olarak onları izler. Eumaios ile sığır çobanı Philetios’a dilenci kılığındaki Odysseus kimliğini açıklar. Odysseus ile çoban salona girdikleri zaman talipliler kuvvetli yayı yumuşatmak için yağlayarak ateşe tutarlar. Fakat ne yapsalar yayı bükemezler. Odysseus bir çekişte yayı büker. Oku atar ve on iki baltanın içinden geçirir. Oğlu Telemekhos ile işgalcileri yurdundan kovar. Böylece Odysseus eşi Penelope’ye kavuşur.

B. Türk Mitolojisinde Ok

1.Çubuklarla ve Ok’larla Gelecekten Haber Verme
Belki de varlığı kanıtlamış en eski kehanet aracı söğüt çubuğu ve oktur. Bu kehanet şekli Avrasya göçebelerinin en eski kültürüyle ilişkilidir; Herodotos tarafından da görülmüş ve şöyle dile getirilmiştir: “İskitlerde sayısız kâhin vardır; mesleklerini icra etmek için çok sayıda söğüt çubuğu kullanırlar. Bunu şöyle uygularlar: Ortaya kalın çubuk demetleri getirirler ve bunları yere koyup çözerler; sonra çubukları birbirinin yanına koyarak kehanetlerini yaparlar; aralarında konuşurken de çubukları topluyorlar ve onları tekrar arka arkaya yere koyarlar.” Bir bağ çubuk taşıyan bir erkeği tasvir eden Oxus Hazine’sindeki bir eşya L’Enquéte’de anlatılanlara uymaktadır.
Hunlar da bu kenaheti biliyorlardı ve Ammien Marcellin’in anlatımı Herodotos’unkini hatırlatmaktadır: “Sorgun ağacından yapılmış çubukları demet şeklinde bir araya topluyorlar ve bunların eğri olmamasına dikkat ediyorlar. Daha sonra belirli bazı günlerde bunları birbirinden ayırarak büyü yapıyorlar ve gelecek hakkında bilgi ediniyorlar.” Bu kehanet yöntemi, Nagy’ye göre eski Türklere özgüdür. Bu yöntem, 1000’li yılların başına kadar ortadan kaybolmakta ve sonra da oldukça değişik şekilde tekrar ortaya çıkmaktadır: “Türkler, üç ayrı gruba bölündükten sonra, üç çubuğu havaya atarak kaderlerini öğrenmek istediler: Bu çubuklardan biri güneye düştü ve grubun öncü kısmı Hindistan’a yöneldi, diğeri kuzeybatıya…”vs. Ve ayrıca, “Onlara yetmiş şef kumanda ediyordu; bu şefler bir daire çizdiler ve çevresine sıralandılar, her biri elinde bir çubuk tutuyordu; çubuğu daire içine düşenlerin kral olacağı konusunda anlaştıktan sonra çubukları havaya fırlattılar.”
Moğol tarihi bu temaya büyük bir önem vermiş, ancak çubukları oklarla değiştirmiştir. Cengiz Han’ın atası Alan Ko’a, beş oğlunu topladı, “ve her birine birer tahta ok vererek onu kırmalarını söyledi. Daha sonra beş tahta oku birlikte bağladı ve dedi ki: Bunları kırın. Bunu yapamadılar.” Sonra aşağıdaki konuda uzun bir açıklama yaptı: Birlikten kuvvet doğar. Aynı öykü daha sonraki tarihçilerde de görülmektedir, ancak bunlar da Cengiz Han ve oğullarına mal edilmektedir. Yalnızca Ermeni gezgin Hayton okların tam tamına orada hazır bulunan kişilerin sayısı kadar olduğunu doğru olarak saptamıştır.
Niteliği ve rolü yönünden okun sahibiyle sıkı ilişkileri olan bir nesne olduğu kesindir. Sahibi için öldürür. Öldürmenin sorumluluğu, okun, öldürenin işaretini taşımasını manen zorunlu kılması gibi, öldürenin kime ait olduğunun bilinmesini de maddeten zorunlu kılar. Dolayısıyla Vuhuanlardan beri okun kertikli, boyalı, ucuna tüy takılmış olup olmadığı, badem goncalarıyla, boynuzla, ardıçla veya altınla süslenmiş olup olmadığı ya da İranlılarda olduğu gibi üzerine kazınarak kahramanların ismini taşıyıp taşımadığını görebiliyoruz. Bu sayede ok derhal saptanabilir hale geliyordu; ok’tan türeyen oku- fiili “okumak, öğrenmek” gibi ok da “okunuyordu.” Ok’un insan olduğu veya insanın belirgin bir işareti olduğu düşüncesi, Timuçin ve Camuka’nın “kan kardeşliği” kurmak istediklerinde aşık kemiklerini değiş tokuş etmeleri ve genelde insanın kendi kanının birazını değiş tokuş etmesi gibi oklarını da değiş tokuş etmeleriyle mükemmel bir şekilde dile getirilmiştir. Her ikisi de ruhla sıkı ilişkiler içinde olan kan ile aşık kemiği arasındaki bağ Gizli Tarih’te Cengiz Han’ın doğumu vesilesiyle ortaya konmakta; okla aşık kemiği arasındaki ilişkilerse çağdaş Moğol gelenekleriyle kanıtlanmaktadır. Şöyle ki bu çağdaş geleneklere göre kışın uygulanmakta olan ok atma töreni, oyunun kuralları ve eşlik etme ritüellerinin de kanıtladığı gibi, “tam karşılığı olan “aşık kemiği fırlatma” şeklinde uygulanmaktadır. İşte bu nedenle oklarla kehanette bulunmak veya onları kırmak bir yerde kutsal şeylere hakaret olarak görülebilir ve bunun için aslında yapımı daha tam bitmemiş ok olan çubuklar tercih edilebilir.

2. Fallık Sembolü Olarak Ok
Şaman inançlarına göre ok-yay, Tanrı’nın kötü ruhlarla savaş için şamana verdiği bir silahtır.[30] Altay Şamanları, omuzlarındaki “Dokuz-ok”, (Yebe) ile “Yay”, (Ya) sembollerini hiç eksik etmezlerdi. Onlara göre bu dokuz ok ile yay, “Kudaydan tartkan”, yani “Tanrıdan uzatılan” şeylerdi[31]. Şamanlar davullarına ok-yay resimleri çizerler , böylece Tanrı’nın silahını hep yanlarında gezdirmiş olurlar. Bazı şaman metinlerinden tören zamanlarında şamanların kötü ruhlarla savaşabilmesi için, üzerlerine dokuz sembolik ok, bir de yay astıkları görülür.
Ok-yayla fala bakmak, yağmur yağdırmak, şamanın onunla kamlık etmesi veya onun talihten haber vermesi arkaik Türk düşüncesiyle bağlı bir olaydır. R. Radlov’un “kebed boyunda, öyle bir şamana rastladım ki davul yerine yay kullanıyor, onunla ruhları çağırıyordu” sözleri, daha önceki çağlarda Şamanların kamlık ederken yaydan yararlandıklarını gösteriyor.[32] Ya-bıla deyimi, “yay ile fala baktı, yağmur yağdırdı” anlamına geliyordu[33]. Eski Çağatay edebiyatında da İlm-i yay, “fala bakmak ve yağmur yağdırmak” anlamını karşılayan bir deyim idi[34].
Azerbaycan Türkçesi şivelerinde okçu sözcüğü “bilgiç , efsuncu” anlamını hâlâ korumaktadır. Bu anlam, mitolojik düşünceden kalmıştır. Araştırmacılar, ilk çağlarda şamanların kamlık törenlerini davulla değil, okla gerçekleştirdiklerine dair veriler elde etmişler. Bu veriler, “okçu” sözcüğünü “bilgiç, efsuncu” anlamlarıyla da destekler. Çünkü kamlık etmenin kendisi de bir anlamda efsunla bağlantılı olup bilgiçlik anlamını ifade etmektedir.
Pura, yani Şamanın binip göğe çıktığı atın ruhu, İslamiyet’teki “Burak”a benzemektedir. “Şamanın en kutlu silahının yay ve ok olması; bakır kılıcı, eşik ruhu ve çadırın kapısının doğuya açılması”, Proto-Türk geleneklerinin, en belirgin görüntüleridir:
“Akşam olunca, “keçe bir çadır” kurulur ve kapısı “doğuya” çevrilir. Çadıra bir ağaç dikilir, ağaca göğün 9 katını gösteren, 9 işaret yapılırdı. Açık renkli bir at, kurban edilirdi… Kurban, davulun ruhuna, ateş anası’na sunulurdu. “Ay, Kam, Ay” diye bağırılırdı… Şaman (Kam), eşik ruhuna seslenir, bakır kılıcı, ok ve yayı ile kötü ruhları kovardı… 7. katta aya; 8. katta, güneşe saygı duruşu yapar. 9. katta, Ulu Tanrı ile buluşurdu…”[35].
Ok-yay, evrenbilimle ilgili görüşlerde Ulu Ana’nın ritüel-mitolojik mecazlarından biri sayılır. Yayın, evrensel kadın-ana rahmi gibi mefhumu, okun fallık sembolü olmasının temelini oluşturur. Adının bir anlamı da “ana rahmi” demek olan Umay’ın Türklerin inanışındaki sembolik şekli de küçük ok yaydır. Türk etnik-kültürel sisteminde mitolojik düşünceyle ilgili bir mitolojem olan ok, şaman mitolojisi ve şaman ritüelinde bir kült özelliği taşıyarak önemli bir yer tutmuştur.

3.Rüyada Görülen Ok
Rüyada ok görmek, “düşmana galip gelmeye; oku elinize almanız, güce; okun elinizde kırılması, iş ve mevki kaybına; size ok atılıp bu okun da vücudunuzun herhangi bir yerine saplandığını görmeniz ise, şiddete ve üzüntüye yorumlanır”.[36]
Rüyaların, gelecek olayları haber verdiği genel bir inanıştır. Türkler de rüyalara önem vermiş, ileride gerçekleşecek olaylar hakkında rüyaların birer haberci olduğuna inanmışlardır. Kahinlerin burada da büyük rolleri vardır. Onlar, gelecekteki olayları rüyalarında görürler, Tanrılardan alır, insanlara bildirirlerdi.
Hun-Oğuz Destanı’nda “günlerden bir gün Uluğ Türük rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay gün doğusundan ta gün batısına kadar ulaşmıştı ve üç gümüş ok da şimale doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte gördüğünü Oğuz Kağan’a anlattı ve dedi ki: Ey kağanım… Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna bağışlasın[37].” Burada yay ve oklar monarşinin sembollerini ifade etmektedir. Reşidüddin bunları doğru değerlendirerek şöyle açıklar: “yay hükümdara, ok da onun elçilerine benzer”[38]. Ulu Türük’ün rüyasının kayda değer bir yankısı, Oğuz’un ölümü arifesinde aynı metinde yer almaktadır: Oğuz’un altı oğlu bir av sırasında bir altın yay ile üç gümüş ok buldu ve bunları babalarına getirdiler. Oğuz yayı üçe kırarak parçalarını en büyük üç oğluna verdi ve şunu dedi: “yaya sizlerin olsun; yay gibi okları göğe kadar atın.” Daha sonra üç gümüş oku en küçük üç oğluna verdi ve şunları söyledi: “Yay oku attı; sizler de ok gibi olun[39]”. Daha sonra altın yayı bulanlar Bozok, üç gümüş oku bulanlar Üçok adını alırlar. Bu konu hakkında “tâbilik simgesi olarak ok” bölümünde daha detaylı bilgi verilmiştir.

4. Göğe Ok Atılması
Huan-Huaların yaptıkları gibi Uygurlar da oklarını Göğe doğru göndermektedir. Heu Han Şu, kasırgalarla doğrudan ilgili olmasa da, köpüren yaralar açan ilahi oklardan söz eder. Avrasya’nın bütün bozkırlarında ve Yeni Dünya’nın birçok “ilkel” toplumunda saptanmasına karşın Göğe doğru ok atılması geleneği Çin kökenli olabilir. Bu geleneğin ardından bazı izler bırakarak ortaçağdan sonra gözden düştüğü görülmektedir. Herhalde, o zamanlarda gökgürültüsü, öldürülmesi olanaklı olan, özerk bir canlı varlık şeklinde düşünülmektedir. Gökgürültüsünü hayvanbiçimli ve çoklukla ejderhaya benzer olarak gören Altay toplumlarında ve çağdaş Sibirya’da bu, olağan bir düşünüş tarzıdır. Gökgürültüsünün ejderhaya benzetilmesinin çok eski olma olasılığı vardır. Nitekim yalnızca Selçuklular tarafından değil, aynı zamanda özellikle İsfehan çarşısının kapısı üzerinde insanı andıran bir atın, okunu atmak için başını ejderha başı şeklinde son bulan kuyruğuna doğru döndürdüğü Safevi çağına kadar, burçlar kuşağından tamamıyla ayrı bir konu olarak ele alına Yay burcu ikonografisinin geçerli olduğu İslam dünyasına ait veriler de bunu kanıtlamaktadır.[40]
Mitolojide yıldızlar kozmik Tanrılar arasında sayılır. Özellikle Sümer mitolojisinde (yedi gezegen yıldızdan) çoğu birer Tanrı’dır. Gökte uçan (Şihap) adındaki yıldızlar da, şeytanı kovmak için Tanrılar tarafından atılan oklardır.[41]
Göklerde geçen bu tabiî olaylar da kutsal sayılırdı. Altaylılara göre yıldırım ve şimşek Ülgen’in emrinde olduğu gibi yıldırım ayrıca Tanrı da sayılırdı. Yıldırım hem korkutur, hem de sevilir ve kutlanırdı. Gök gürültüsü, Tanrı arabasını koşturduğu zaman tekerleklerin çıkardığı sesler olduğu gibi, şimşek de Tanrı’nın şeytanlara attığı oklardır. Uygurlar yıldırımın düşmesini beğenirler. Gök gürledikçe bağırıp çağırırlar, göğe doğru ok atarlar.[42]
Anadolu’daki bir inanışa göre, eskilerde güneş tutulduğu zaman ok atarlarmış ve okun gidip saplandığı yerde, büyük bir devin ortaya çıkacağına inanılırmış. [43]
Yahve gücünü fırtına aracılığıyla gösterir; gök gürültüsü onun sesidir ve şimşek Yahve’nin “ateşi” ya da “oklarıdır.”[44]
Eski Türkler Tanrı’nın başlıca silahı saydıkları yıldırımın çakmasını iyiye yorduklarından, yıldırım düştüğü yerde sevinçle dans ederler, mutluluklarını gökyüzüne ok atarak belirtirlerdi. Bir görüşe göre gökyüzüne ok atmak sembolik olarak Tanrı’nın silahını kabul etmek ve O’nu selamlamak anlamını taşıyordu. Bazı araştırmacılar ise gökyüzüne ok atmayı, Şamanizmden kalma eski Türk-Moğol geleneği olarak bilirler ve Şamanların ruhundan yardım istemek olarak yorumlarlar.[45]
Altay ve Sibirya efsanelerinde de, göğe atılıp da Tanrılara giden oklar vardır. Özetleyerek misal verecek olursak:
“Bilinmeyen bir yönden atılan bir ok, Kan-Kaygalak adlı bir genci deler ve kayalıklara saplanır. Çocuk düşünür ki, “ Bu dünyada beni ne bir tanıyan ve ne de yakın bir akrabam vardır. Böyle olduğu halde, bu oku bana kim atabilir!” Böyle düşünürken, bakar ki, okun ucunda yazılmış bir mektup duruyor. Hemen mektubu açar ve okur. Mektubda şöyle yazılıyormuş: “Ben Kaday ülkesinde yaşayan, kula atlı Çes-Mökö’yüm… Benim attığım oku, sakın tutayım, alayım demeyin. Ok yoluna devam etsin ve ta gök atlı, Akırang-Taş’a kadar gitsin… Çocuk mektubu okuduktan sonra da bakar ki, ok yine yoluna devam edip gidiyor[46]…”
Güneş soyundan gelen Şıngız (Çingiz) Han, yayını yukarı attığı zaman güneş, onun yayını havada tutuyordu. Gökte bulunan güneşe ok atma geleneği Moğollarda görülür. Onların geleneğine göre, “oklar, güneşe 4 defa atılırdı.” Göktürklerden önceki Kaoçi Türkleri daha çok, “Yıldırım düştüğü zaman göğe ok atarlardı.”[47]
Şaman davulunda bulunan sembolik oklarla göğe yükselerek Tanrılarla iletişim kurar. Bu sebeple okları da göğe ulaşabilecek yaratıklar dizisinde sınıflandırmamız gerekir. Tahtadan yapıldıkları için ağaçta bulunan kozmik değerleri taşırlar. Uçlarına tüy takılmış haliyle, tüylerini taşıdığı kuşlara eşdeğerdir. Evrenin üst bölgelerine ağaç olarak ve kuş olarak girerler. İnsana ait oldukları için onu kendileriyle birlikte evrenin üst bölgelerine sokarlar. M. Eliade, “yay ve oklar, kozmik uçuşun bir simgesi olmaları açısından… şamanın yükselirken kullandığı düzeneğin bir parçasıdırlar” diyerek bunu belirtmiştir. Bir Şamanın göğe bir ok gibi fırlatıldığından söz eden Samoyedlerde olduğu gibi bu konuda açık seçik örneklere sahibiz. Ayrıca herhangi bir ok atıcısının böyle bir gücü bu denli kolay bir şekilde elde edebileceğine hayret edilebilir. Ancak öldürme hakkının, bu hakkı tabiyeti altında bulunan halka verirken tüm sorumluluğu üstlenen şefe ait olması gibi, ok ve yay da kendi namına kullanılması için
Tanrı tarafından kullarına verilmiş ve aslında ona ait nesnelerdir. Oğuz oğullarına yetkilerini devrettiği zaman, “yayla yapıldığı gibi , sizler okları göğe doğru atacaksınız” der. Tanrı’ya doğru yürüyüş, az veya çok, yukarıya doğru bir yöneliştir. Yaylar ve oklar, Türklerin istilasından sonra, İslam dünyasındaki yeni siyasal gücünün simgesi olarak kullanılacak; iki simge olan yay ve ok ayrılmaz bir bütün haline getirilmiş olacaktır.
Okun, göğe doğru herhangi bir kimse tarafından serbestçe atılıp atılamayacağı konusu pek açık değildir ve belki de Hiung-nularda olduğu gibi “kartalın okçuları”, ayrıcalıklı bir topluluk oluşturmaktadır: “ bu okçuların okları göklerin en yükseğine erişebilen tek bir kuşun tüylerini taşır.” Ancak buna karşın mistik bir bakış açısıyla, tüm bu sihirli maddelerin yaratabileceği varsayımları görebiliriz. Oku çekerken amaç yalnızca ejderhayı kovmak veya yıldırımı öldürmek değildir. Dede Korkut Kitabı, göğe doğru okları fırlatan Nemrut’a çok yer vermektedir. Elbette bu Kuran’dan alınmadır. Ancak Selçuklular ve adılları, istila ettikleri ülkelerin kültürlerinden kendi inançlarına uygun olan yönleri almışlardır. Belki de en eski zamanlardan beri Türkler ve Moğollar, Çinlilerin etkisi altında Göğe doğru ok atışları yapıyorlardı; ve simgenin aslında gerçek olaydan her zaman için daha büyük bir anlam taşıması dolayısıyla Göğü hedeflemek inancıyla evrensel ağaca doğru da ok atıyorlardı.[48]
Dünyanın her yerinde gök gürültüsünün kutsallığıyla ilgili pek çok inanış vardır. “Gök gürültüsü” taşları denilen aslında tarihöncesinden kalma çakmaktaşlarından başka bir şey olmayan taşlar, şimşeği okunun ucu olarak kabul edilir ve bunlara saygı duyulur ve bu taşlar dikkatlice korunur. Yukarı bölgelerden düşen her şey gökyüzünün kutsallığına sahiptir; göktaşlarına, onunla dolu oldukları için saygı gösterilir.[49]

5. Ok’un Kötü Ruhları Kovması
Altaylara göre bir evde körpe çocuklar varsa, onları koruyan görünmez hayırsever ruh “May Ene” de oradadır. Altayların inanışına göre “May Ene”, kırk başlı bir kadın varlıktır. Teleutlar ise “May Ene”yi gümüş saçlı genç bir kadın gibi betimlerlerdi. Çocuğun beşiğinin başına bu ruhun beyaz kumaştan bir resmi, bir de okla yay asılırdı. İnanışa göre “May Ene”, bu yay-ok ile yeni doğmuş çocuğu kötü ruhlardan korurdu. “May Ene” dedikleri bir kumaş parçasına ok bağlıyorlardı. Çocuk sağ salim büyüdüğünde, bu “May Ene” denilen askıyı diğer çocuğun beşiğine asarlardı. Ama çocuk ölürse, bu kumaş parçasını yakıp yerine başka bir parça koyarlardı.
Sibirya Türk halklarının inanışlarına göre ok, çocuğu kötü ruhlardan korurdu. Umay Ana bu okları, çocuklara yakınlaşmak isteyen kötü ruhların üzerine yağdırırdı. Bunun için de körpe çocukların beşiklerinin başından ok asılırdı. Teleutlarda hastalanan çocuğun başının ucuna ok-yay asılırdı. Sagayların inanışında ise bebeklerin yakınına konulan küçük ok-yay, Umay Ruhu’nu temsil ederdi. Umay Ana inancının Azerbaycan Türklerinin mitolojik inanışlarındaki bir şekli olan “Fatma Karı” da belinde ok-yayı olan bir varlık şeklinde düşünülürdü. Halk inanışlarına göre Fatma Ana, okun ucunu gökyüzüne doğru tuttuğunda bolluk olurdu.[50]
Eski Türklerde yeni doğan çocuğu kötü ruhlardan korumak için kötü ruhları memnun etmek amacıyla üç ok hediye edilir. Sagaylarda “Imay Toyu” adlı bir merasim yapılır. Bu merasim, körpe çocuğun iki- üç aylığından başlar ve iki-üç yaşına kadar sürer. Merasimin amacı “Çeek Imay” denilen açgözlü ve doymak bilmeyen varlığı doyurup memnun etmektir. Doğan çocuk erkek ise onun adına üç ok hediye edilir. [51]
Azerbaycan Türklerinin inancına göre, boyu bir karış sakalı yedi karış olan bir cin vardır. İnsan benzeri olan bu cin, göze görünmez. Bu cinin sakalındaki tüylerden her biri, bir oktur.[52]
Kaşgarlı eserinde kötü ruhlardan bir bölüğün “çıwı” adında olduğunu söyler ve şöyle devam eder: “Türklerde şuna inanırlar ki: iki bölük birbiriyle çarpıştığı zaman bu iki bölüğün vilayetlerinde oturan cinler dahi kendi vilayetinin halkını kollamak için çarpışırlar. Cinlerden hangi taraf yenerse onlardan yana çıktığı vilayet halkı da yener. Geceleyin bu cinlerden hangisi kaçarsa onların bulunduğu vilayetin Hakanı da kaçar. Türk askerleri geceleyin cinlerin attıkları oktan korunmak için çadırlarına saklanırlar. Bu, Türkler arasında yaygıdır, görenektir.[53]” Görüldüğü gibi geceleyin eski Türklerde kötü ruhların ok attığına inanılmaktaydı.
Güneş ve Merih’le ilgili somut düşünceler ve simgeler ve özellikle kılıç, ‘Kuzeyli’ göçebelerin (aralarında Türklerde bulunuyordu) bazı alp-tanrılarıyla ilgiliydi. Bunların başlıcası, silahların ve zırhların mucidi sayılıp, kuraklık rüzgarı tanrısı K’ua-fu ile eş tutulan Ch’ih-yo idi. Bu iki kişi, aynı zamanda kuraklık rüzgarı ejderi ve savaş tanrısıyla da ilgili menkıbelerde yer alıyordu. Ch’ih-yo; ejder, öküz ve başka efsanevi hayvanlara benzetiliyor ve kaplan postu giyiyordu. Ch’ih-yo yabancı ırktan bir “gök-oğlu” olarak, Çin’in efsanevi hükümdarı Huang-ti’ye meydan okumuş ve yenilmişti. Ch’ih-yo’nun cesedi bir ağaç olmuş, kesilen başı ise korkutucu bir resim olarak T’ao-t’ieh maskesine ilham vermişti. Bu maske, kurban ayinlerinde kullanılan kazak-ocaklara resmedilirdi. Ch’ih-yo’nun ellerinde ve ayaklarında silahlar tutan ve başında üç oklu taç bulunan temsili de bulunmaktaydı.[54]
Kök Türk döneminden, Türkçe yazılı kaya üzerine resimlerde, okla vurarak, Çu ayinleri tarzında kurban verildiğini gösteren sahneler dikkati çekmektedir.[55]
“Devletin oğulları” denen ve genellikle Çulara bağlı beylerin oğulları olan genç alplar silah kullanmayı, nara atarak bir vuruşta baş kesmeyi, Türkçe kaŋglı denen iki tekerlekli savaş arabalarını sürmeyi, destanları dans şeklinde temsil etmeyi öğrenirler. “Devletin oğulları denen genç alplar, ilkbaharın son ayında (ateş yıldızı görününce), bataklıklardaki çalılar ateşe verip, sürek avına çıkarlardı. Sonbahar ile gök ayini döneminde müzik eşliğinde, ok atma yarışları yapılırdı.[56]
Pi-yung’daki müzik eşliğinde yapılan okçuluk yarışmalarında, eyalet beyleri ve yüksek rütbeli alplar, mahir okçular arasından seçilirdi. Çünkü bu yarışmada müziğin işaret ettiği anda hedefi vurabilmek, yalnız ustalık değil, terbiye doğruluk ve kut nişanesi sayılıyordu. En usta okçu sayılan hükümdar, dört yöne ok atarak, kötü ruhları kovan bir kam görevi de görmekteydi. Hedefi vuranlara kadehle, vuramayanlara boynuzla şarap sunulurdu. [57]
Yaz ve kış dönümündeki ayinlerden sonraki şölenlerde, rütbeler ve onların nişanesi olan elbiseler , davul , ok , yay ve balta; şarap yapma hakkının simgesi olan kadeh gibi işaretler dağıtılıyordu. Bütün bu hediyeler ve bu arada elbiseler , dağıtılan rütbelerin işaretiydi ve şekilleri sınıflandırılmıştır .
Kılıç üzerine ant içilmesi durumu kılıcın aslı bulunduğu kur’u (rütbe kemerini) gerektirmektedir. Nitekim, Hakanî Türkçesinde kur, hem kemer, hem rütbe anlamına geliyordu. Türk kur’u üzerindeki toku/toka’lar (madenî levhalar) tuş’lar (altın veya gümüş levhalar); kur’a bağlı keş (okluk) ve suvluk (mendil veya kese) ile birlikte rütbe işareti oluşturuyordu.[58]
Böylece, sadakat andı içmek ve kur denen askeri kemerle, kılıç veya kama veya sadak kuşanmak gibi, Türk alp kurumuna özgü törenlerin kökeni, Çu dönemine kadar geriye gitmektedir.[59]
Çu ve Türk geleneğine uygun, İbn Bîbî, Selçuklu “deli ve bahadir”lerini palang (kaplan) ile nihang’a (ejder) benzetiyordu. Osmanlı ordusunda da, böyle olağanüstü cesur ve cezbe içinde alplar, kaplan postuyla beliriyordu. Bunlardan deli’ler bazen hem öne, hem arkaya ok çekmekte usta eski alplar gibi börklerine çifte çeleng denen çift kanat takıyordu.[60]
Yine, Kağnılı boylar hakkındaki rivayetlerde, belki atalar ibadeti şeklini alan bir cenaze töreninde, ok veya kargı gibi sivri silahlarla (avda) vurularak kurban edilen geyik ve yabani atların kemiklerinin yakıldığı ve ışık meydana getirdiği kaydedilir.[61]
Çinlilerin Kao-ch’ê ve Ti’e-lê dediği, yüksek tekerlekli kağnılarla göç eden ve 486-540 arasında kağanlık kuran Türk boyları da, ağaç ve yer ibadetiyle ilgili bir ayin yapıyorlardı. Bu ayin ordugâh kurulan veya yeni yurt kabul edilen yer-su ruhuna ibadet ve oradan kötü ruhları kovalamaya özgüydü. Bir Çin kaynağı, V-VI. yüzyıllardaki bir ayinde Kağnılı Türkler akına çıkmadan önce, bir ağızdan narayla ok atarlar (Çular da düşmanı korkutmak ve kötü ruhları kaçırmak için böyle bir ayin düzenlerlerdi) şeklinde bilgi vermektedir.
Sonuç olarak ok, Türk mitolojisinde kutsal bir özellik taşımakta ve şamanın kötü ruhları kovmasında yardımcı olmaktadır.

6. Ok ve Yayın Terazi Burcunu Oluşturması
Terazi burcunun ok ve yaydan oluşması hakkında pek çok rivayet vardır.Bu konuda Altay’da yaşayan Teleüt Türkleri şöyle düşünmektedirler: “Kuguldey adlı bir yiğit, 3 geyik kovalamış. Geyikler, Tanrıya sığınmışlar, 3 yıldız olmuşlar. Yiğidin oklarından biri beyaz, birisi ise kırmızı imiş. Kırmızı yıldız bir geyiği yaraladığından, Kanlı Yıldız demişler…”
Bir Altay Türk destanında: “… Yeryüzünde bir avcı, bütün geyikleri öldürüyormuş. Tanrı avcıyı göğe çekmiş. Avcının yay ve okları, Terazi burcunu oluşturmuşlar…”
Bir Kırgız Türk inancı: “… Avcıların elinden yalnızca “3 dağ tekesi” kurtulabilmiş. Tanrı onları göğe çekmiş. Onlar da Terazi burcunu oluşturmuşlar. Avcıların attıkları oklar da, gökte birer yıldız olmuşlar…”[62]

7. Kozmik Eksen Ok
Ok takılıp gerilmiş yay resimlerinde evrene oldukça benzer bir temsil bulunur: Bunların oluşturduğu yarımküre göğün tepesini oluşturur; ip yeryüzü, ok ise kozmik eksendir. Bu betimlemeye Oğuz-namede rastlanmaktadır. “Adı Uluğ Türük idi. Günlerden bir gün uykuda altın bir yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay gün doğusundan ta gün batısına kadar ulaşmıştı ve üç gümüş ok da şimale doğru gidiyordu[63]”. Yani yayın uçlarından biri güneşin doğuşuna, diğeri de batışına temas ediyordu. Günümüzde hayallere neden olan gökkuşağı, aynı zamanda, yeryüzünün geçici bir görünümü ve göğü yeryüzüne götüren “göğün köprüsü” olmuştur.[64] Aynı zamanda dağa yükselerek göğe varılması, ateşin yakılması, okların fırlatılması gibi evrenin tüm ruhlarıyla bir düşünce duygu ortaklığı kurmak söz konusudur.[65]
Gökkuşağı, Yahsu Su vadisinde yaşayan Taciklerin inanışlarında avdan geri dönmüş “Baba Kamber’in astığı yay” olarak düşünülürmüş. Bu Türkmenlerin mitolojik inanışlarında izleri kalmış olan “Baba Kamber” motifiyle gökkuşağı arasındaki bağlantı bakımından ilginç bir veri niteliğindedir. Ortaçağ kitaplarının bazılarında, örneğin El Bakuvî’nin “Abidelerin Özeti”nde gökkuşağı görüldüğü zaman, Oğuzların sevinip çığlık attıkları ve bayram havasına büründükleri yazılır. Dağıstan Tekeremeleri ise gökkuşağını “Karı Ninenin ok yayı” diye adlandırırlardı.
Azerbaycan Türklerinin “Karı Nine Yayı” ile ilgili inanışlarına göre de “Fatma Karı” yayın ucunu gökyüzüne doğru tuttuğunda bolluk, yeryüzüne tuttuğunda ise kıtlık olurmuş. Gökkuşağı, Türk halklarından bazılarında kılıçla, bazılarında şafakla, bazılarında ise “Karı Kuşağı” ile kıyaslanmıştır. Anadolu Türklerinde “Gökkuşağı”; Hakaslarda “Tigir Huri” ve “Kügürt Çolı” (gök gürültüsünün yolu); Kırgızlarda “Asmandağı Jaa” (gökyüzündeki yay); Başkurtlarda “Yeygor”; Karaçay-Balkanlarda “Can Kılıcı”; Karakalpaklarda “Heziret Eliydin Kılışı” (Hazreti Ali’nin Kılıcı); Özbeklerde “Uk-Yay”(ok-yay); Kumuklarda “Enem Jaya” (Karı Nine’nin Yayı); Tatar dilinde ise “ Karı Nine’nin Ok Yayı” ve benzer adlarını taşımıştır. Bu adlar Dağıstan Tekeremelerindeki “Karı Nine’nin Ok Yayı” ve benzer ifadelerle benzerlik göstermektedir. [66]
Okun kozmik bir eksen olarak yükselme mitlerinde de mevcuttur. Örneğin; “Okyanusya’da çok yaygın olarak anlatılan bir mite göre, kahraman, göğe, “ok zincirine” tırmanarak çıkar, yani ilk oku gök kubbeye atar, ikinci oku ilk okun arkasına saplar böylece yer ve gök arasında oklardan oluşan bir zincir kurar. Bir iple göğe yükselmek Okyanusya’da, Afrika’da, Güney Amerika’da, Kuzey Amerika’da çok bilinen bir temadır.”[67]

8. Erkeklik Sembolü Olarak Ok
Bugün pek çok ilkel halk, hâlâ toprağın daha bereketli olması için üreme organlarının tasvirlerinden oluşan pek çok muska kullanmaktadır. Avusturalyalılar, çok ilginç bir üreme ayinine sahiptirler: erkeklik organı gibi tuttukları oklarla, kadınların üreme organın benzer bir çukurun etrafında dans ederler; sonunda toprağa sopalar dikerler. [68] Böylece toprağın daha çok bereketleneceğine inanırlar.

II.TÜRK TARİH VE DESTANLARINDA OK

A. Türk Tarihinde Ok
1.Tâbilik Simgesi Olarak Ok
Bir siyasî birliğe dahil olmuş boya “ok” deniyordu[69]. Oğuz-nâmelerde (destan ve salnâme) “el” sisteminin idarî yönetiminden poetik şekilde yay-ok haber veriyor. Göktürkler hakkında geniş malumat veren Çin kaynaklarında görüldüğü gibi kağanlığın idari sistemi oklu sistem adlanıyor[70]. Orhun Kitabeleri’nde “on ok budun”, “on ok eli” ifadeleri eşit anlamlı ifadeler olarakj kullanılmıştır. Bu ifade on oklu, yani on kabileden oluşan idarî sistemdir. Bu sistemin gelişmiş şekli Oğuz Yabgu devletinde olmuştur. Bunun etkisiyle Oğuzlar tuğralarına yay, ok resmi çiziyorlardı[71]. Selçuklu hükümdarlarının yazdıkları nâmelerde kağıdın üst kısımlarında yay ve ok remizleriyle işaret koydukları bilinmektedir.[72] Tarihî kaynaklarda belli olduğu gibi Selçuk Cihan Devleti’nin kurucularından biri Tuğrul Bey, 1038’de Nişapur’a giderken kolunda gerilmiş yay, belinde ise üç ok varmış[73]. Bu yay ve üç ok eski anane olup Oğuzların ceddi Oğuz Kağan’a dayanmaktadır. Yay, oku attığı için üstünlüğü, hakimiyeti yani hakanlığı, ok da yay tarafından gönderildiğinden dolayı hakana bağlı olmayı ifade etmektedir.
Oğuzlar onikiye ayrılmış, Bozok Üçok îdarî sisteminden yaralamışlardır. Göktürkler, kurdun on oğlundan türemişler ve beş sağ, beş sol olmak üzere devleti on oklu îdarî sisteme tâbi tutmuşlardır (Beş Fulu boyu, beş de Nuşepi boyu. Maalesef bu isimler Çin kaynaklarındaki isimler[74]). Diğer Türk devletlerinde bu harbî inzibati bölüm dört, altı, oniki, onaltı vb. ibaretti. II. Göktürk Kağanlığı döneminde Oğuzların etkisiyle oniki oklu îdarî sisteme geçildi. Önce kabile, soy anlamlarını bildiren “ok” kelimesi Göktürk’lerden harbî, inzibatî anlam taşımaya başladı. Her bir boy, savaş döneminde bir tümen (on binlik) asker çıkartıyordu. Dede Korkut Kitabı’nda yirmidört sancak beyinin kendi asker birimleri ile savaşa katılmaları birkaç boyda vardı. Mesela, Kazılık Koca-oğlu Yeğenek Boyunda Bayındır Han’ın emri ile yirmidört sancak beyi genç Yeğenek’e yardıma koşarlar. Bunlardan bazılarını isimleri şunlardır: Kıyan Selçuk-oğlu Dündar, Eylek Koca-oğlu Dönebilmez Dölek Evren, Yağrıncı-oğlu Elalmış, Doğsun-oğlu Rüstem, Deli Evren, Soğan Sarı.
Oğuz abidelerinden alınmış epik malumat , tarihî , etnografik bilgilerle tamamlanır. Sağ-sol veya merkez-dış bölümüne dayalı Türk ve Moğol devletleri harbî demokratik tipliydi. Bu tip devletin başında kağan, ordunun başında tekin veya şad, inzibatî idarî sistemlerinin başında beyler, sağ-sol kanada hükümdar sülasinden olanlar başçılık ediyordu.
Dede Korkut Oğuznameleri’nde Bamsı Beyrek’in sağında kardeşi Kara Güne başta olmakla, İç Oğuz Beyleri, solunda dayısı Aruz başta olmak üzere Taş Oğuz Beyleri, önünde oğlu Uruz oturuyor . İnaklar kapıda ayakta duruyorlar. İdarî işlerde hiç şüphesiz bin kavim başları, ordunun sağ kolunda komutanlık yapan Kıyan Selçuk oğlu Delü Dondar ve sol kol komutanı Kara Güne oğlu Kara Budak da iştirak ediyorlardı. Hem Oğuz Kağan Destanı, hem de Dede Korkut Kitabı’nda tasvir edilen devlet atlı göçebe kültürüne dayalı devlettir. Dede Korkut’ta böyledir. Buradaki devlet göçebelikten yerleşikliğe, Tanrıçalıktan İslam’a geçen devlet tipidir. Oğuz Kağan’da fütuhat yapan, cihan devleti mefkuresini yaşatan kahraman tipi Alp’tir. Dede Korkut’ta sınırlı bir coğrafî bölge söz konusudur ve Oğuzların amacı kafir baskınlarının karşısına almak, onları hak dine sokmaktır. Bu tarihî misyonu üstüne alan kahraman tipi Alp Eren’dir. [75]
Destanda Oğuz Kağan , “Yay oku attı; sizler de ok gibi olun[76]” demekle devletin sol kanadında yerleştirdiği Üçokları (üç gümüş ok bulanlar), Bozoklara (altın yay bulanlar) tâbi ettirir. Bu büyük küçük prensipli idarî sistemdir. Dede Korkut Oğuz-nâmeleri’nde bu prensip bozulmuştur ve Üçoklar merkeze taşınmaları dolayısıyla yönetici fonksiyonunu üstlenmişler (yani Bayındırlarla Salurlar hakimiyeti ele geçirmişler) , aksine Bozoklar tâbî durumdadırlar. Diğer taraftan Bozokların Taş Oğuz, Üçokların İç Oğuz adlanmaları tarihî adaletsizlik olup, töreye aykırı düşüyor .


2.Ok İle İdarî Yöneticinin (Hükümdarın) Belirlenmesi
Haçlı seferlerinden kalma bir belge şunu anlatır: “Başlarını seçmek için (Türkler) kabilelerinden her biri bir ok getiren yüz kişi arasından en soylularını seçtiler. Yüz ok bir bağ halinde bir araya toplandı. Bir çocuğun bu oklardan birini fırlatacağı ve şefin, fırlatılan okun üzerinde ismi yazılı olan kabileden seçileceği konusunda aralarında anlaşmaya vardılar.” Daha karmaşık olan diğer bir öykü Joinville tarafından anlatılmaktadır: “Hükümdar seçme yöntemini onlara öğretti ve onlar da ona inandılar. Hükümdarı seçmek için şöyle bir yöntem hazırlandı ki, buna göre, varolan elliiki kuşaktan (=kabile) her biri, kendisine sahibinin imzasını taşıyan bir ok getirecekti; ve herkesin onayıyla bu 52 ok beş yaşındaki bir çocuğun önüne konacaktı; ve çocuğun ilk olarak seçeceği ok kralın çıkacağı kabileyi belirleyecekti…” Bu durumda ok demetinin yerini Türk-Moğol topluluklarında son derece tılsımlı bir eşya olan sadak almaktadır, çünkü her türlü eşya kümesi gibi, içerdiği okların gücünü bir araya toplamak tadır.[77]

B. Türk Destanlarında Ok
1.Kahramanın Yayı ve Oku Yardımıyla ilk Kahramanlığını Göstermesi
Oğuz Kağan ilk kahramanlığını göstermede ok ve yaydan faydalanmıştır.Gergedanın leşini yiyen ala doğanı yayı ile attığı bir okla öldürdüğü gibi kendi kendine: “(Gergedan) geyiği yedi, ayıyı yedi. Kargım onu öldürdü; demir olsa (olduğu için). Gergedanı ala doğan yedi, okun onu öldürdü; bakır olsa (olduğu için) dedi[78]”. Oğuz Kağan’ın bu sözlerle anlatmak istediği düşünce, ok ile sağladığı başarıdır.
Kimi destanlarda kahraman ilk kahramanlığını okuyla babasını öldürerek gösterir:
…Mete bundan sonra vızlayan bir ok icat etti ve askerlerini talim ettirmeye başladı. (Tamamen atlı olan) askerlerine, nereye ok atma emredilirse, hemen oraya dönüp ok atmalarını emretti. Kim bunu yapmaz (veya hafifçe tereddüt geçirirse), hemen onun başının kesileceğini de ilân etti. Ayrıca avda da, (Mete’nin) vızlayan okunun hangi yöne gittiğine (herkes dikkat edecekti). Vızlayan okun gittiği hedefe, (Mete ile birlikte) ok atmayanların da, hemence başları kesilecekti. (Bir ara) Mete dönmüş ve kendisinin meşhur aygırının karnına, bir vızlayan ok atmıştı. Kendisi ile beraber aynı anda ok atmayanların da, başlarını (hemen oracıkta) kestirmişti.Mete, (sonra da) kendisinin çok sevdiği karısına ok atmıştı. Askerlerin bazıları duralamış ve Hatuna ok atmağa cesaret edememişlerdi. Mete (duralayıp, ok atmayanları da tespit etmiş) ve başlarını hemen orada kestirmişti. (Artık askerler disipline alışmış ve her şeyi öğrenmişlerdi). Mete, askerleri ile bir ara ava çıktı. (Askerlerini tecrübe etmek için), vızlayan okunu, kendisinin güzel başka bir atına attı. Askerler de, bir kişi bile geri kalmaksızın, ata ok atıp vurdular. Mete artık, askerlerinin talim ve terbiyede iyi bir kıvama geldiklerini anlamıştı.
Mete günün birinde, babası Tuman ile beraber ava çıktı. Mete, vızlayan okunu babası Tuman’a atınca, askerler de aynı anda onu takip ettiler. (Tuman’ı delik deşik edip) öldürdüler. Mete, bundan sonra da, üvey annesi ile üvey kardeşini ortadan kaldırdı. ( Babasının ve üvey annesinin) tarafını tutan vezirlerle büyük memurların da hepsini öldürdü ve kendisini İmparator (Şan-yü) ilân etti.[79]

Bazı destanlarda oğul babayı öldürdüğü (Mete’nin babası Tuman’ı öldürmesi) gibi, bazen babanın oğlunu öldürdüğü de görülür. Tıpkı Dirse Han’ın oğlu Boğaç Han’ı okuyla öldürmesi gibi:
Dirse Han’ın kırk namerdinin birkaçı Dirse Han oğlu Boğaç Han’ın yanına gelir. Baban, geyikleri kovsun, getirsin, benim önüme tepelesin. Oğlumun at seğirdişini, kılıç çalışını, ok atışını göreyim, sevineyim, kıvanayım,güveneyim diyor, dediler... Boğaç Han onların dediğini yapar. Kırk namert bunu görünce “görür müsün oğlanı? Yazıda yabanda geyiği kovar, senin önüne getirir, geyiğe atarken okla seni vurur, öldürür. Oğlun seni öldürmeden sen oğlunu öldüregörsen-e, dediler.
Oğlan geyiği kovarken babasının önünden gelip giderdi. Dirse Han, kirişli kurt-sinirli sert yayını eline aldı. Özengi kalkıp sıkı çekti. Oğlanı iki küreğinin arasından vurdu, çıktı, yıktı. Ok dokundu, alca kanı şorladı, koynu doldu. Oğlan bidevi atının boynunu kucakladı, yere düştü.[80]


2. Kahramanın Ok Yardımıyla Üstünlüğünü Kanıtlaması
Konuya destan kavramını ortaya koyarak başlamak yerinde olacaktır. Destan “ana teması bir bireyin, ailenin ve topluluğun şahsında, toplumun, kendini inşa etmek istediği değerler adına giriştiği bir varoluş mücadelesi”[81]dir.
Destan çerçevesinde ok ve yay kişide üstünlüğü tanıtan birer vasıtadır. Ayrıca hukukî bir sembol, savunma ve saldırı silahıdır. Bamsı Beyrek Destan’ında Beyrek attığı okun hedefi bulması sayesinde Yalancı-oğlu Yalancuk’tan üstünlüğü kanıtlanır:
Bamsı Beyrek, tanımadığı fakat daha önce beşik kertmesiyle kendisine sözlü olan Banu Çiçek ile Banu Çiçek’in yaylasında karşılaşır. Banu Çiçek Beyrek’in gücünü kişiliğini ölçmek, anlamak ister. Onunla bazı savaş oyunları yapar. Bu oyunların birisi de ok atmaktır. Kızdan daha uzağa ok atan Beyrek’in üstünlüğü kabul edilir.[82]
Beyrek Bayburt Hisarından kaçarak Oğuz iline bir ozan kıyafetinde geldiğinde düğün için şölen yapan Oğuz Alp’larının, ok atıştıklarını görür.Beyrek nişanlısı Banu Çiçek’i almak isteyen Yalancı-oğlu Yalancuk’u alaya alır. Ozan kıyafetinde olan Beyrek’e kızan Yaltacuk, hemen kendi yayını ve okunu ona vererek nişan almasını söyler. Beyrek eline aldığı yayı kabzasından iki parçaya ayırır. Bu hal Beyrek’in üstünlüğünü, Yaltacuk’un da güçsüzlüğünü ifade eder. Duruma kızan Yaltacuk, Bay Püre’nin otağında bulunan Beyrek’in yayını getirterek ona verir. “Beyrek sizin aşkınıza çekeyim yayı, atayım oku” der. Attığı okla güveyinin yüzüğünü parçalar.[83]

3. Kahramanın Ok Yarışı ve Diğer Yarışlarla İmtihan Edilmesi
Dede Korkut Kitabı’nda kadın ve erkek eşit koşullarda yetiştirilir. Kadın erkek gibi ok atmayı, ata binmeyi, av avlamayı, savaşmayı öğrenir. Aynı zamanda eşlerin birbirini seçme özgürlüğü vardır. Burada eşler karşı karşıya gelirler ve dönemin koşullarına uygun yarışırlar. Bamsı Beyrek Hikayesi’nde Kam Püre oğlu Bamsı Beyrek, Bay Bican’ın kızı Banı Çiçek’le karşılaşır. Kız kimliğini gizler, “beni yenersen, onu da yenersin” der. Yarışırlar. At yarıştırırlar, ok atarlar, en sonunda güreş tutarlar. Oğlan kızı güçlükle yener, nişan yüzüğünü parmağına geçirir.

4. Ok ile Gerdek Yerinin Belirlenmesi
Oğuzlarda evlenecek olan yiğit bir ok atar. Okun düştüğü yere gerdek odası kurulur. Bu geleneği Dede Korkut Destanlarında görmekteyiz. Kam Püre Bey-oğlu Bamsı Beyrek Destanında “Oğuz zamanında töre bu idi ki bir yiğit evlense ok atardı, ok nereye düşerse orada gerdek dikerdi. Beyrek Han da okunu attı, dibine gerdeğini dikti.[84]” sözünden bu geleneği anlamaktayız. Yine bu destanın son bölümünde “otuz dokuz kız talihli talihine birer ok atar, otuz dokuz yiğit okunun ardından gider.[85]” Düğünlerde ok atımıyla ilgili bir başka gelenek daha vardır. Düğün günü, damat adayının gelin evine ok atması, oğlan tarafının gelini götürmeye geldiğinin bir göstergesidir.

5. Değerli Bir Hediye Olarak Ok
Dede Korkut destanlarında Bay Püre’nin bezirganları uzak yerlerden Oğuz iline döndüklerinde Bay Püre’nin oğlu Beyrek’e getirdikleri hediyeler arasında en kıymetlisi deniz kulu boz aygır ile ak-tozlu yaydır[86]. Bu hal Oğuzlar arasında at ve yayın değerini anlatmaktadır. Bu değer ise, Alp’in başarıya yükselmesinde at, yay, okun savunma ve saldırı silahı oluşundan ileri gelmektedir.
Maaday-Kara Destanında yaşlı kadın Maaday-Kara’ya doksan iki kanatlı kanlı bir temren armağan eder:
Altmış iki çıkıntılı
Ak bir yay verdi.
Bu da aılp sırtına vurdu.
Yetmiş iki çentikli
Demir bir yay verdi
Bu da alıp sırtına yükledi
Doksan iki kanatlı
Kanlı bir temren verdi
Alıp torbasına koydu(2334)[87]

6. Ok’un Gökyüzünde Yıldız Olması
Maaday-Kara Destanında Kögüdey-Mergen eşi Altın-Küskü ile birlikte yıldız olup uçar, Kögüdey-Mergen’in kanlı oku da gökyüzünde kırmızı bir yıldız olur:
Namlı şanlı kögüdey-Mergen
Kendine eş diye aldığı
Altın-Küskü ile birlikte
Yıldız olup uçtu.

Üç Maral dedikleri yıldızlar var,
Üç Maral’ın üstünde
Tek başına duran kırmızı bir yıldız var.
Kögüdey-Mergen bahadırın
Maralın karnını yardığı
Kanlı oku işte o, diyorlar.(7733)[88]
Mitler kutsalın hikayeleridir ve mitlerde “ok” kutsaldır. Okun, Tanrı’nın kötü ruhlarla savaşması için şamana verdiği bir silah olduğuna, yeni doğan çocuğun beşiğinin başına asılarak, onu kötülüklerden koruduğuna inanılması bize “ok”un kutsiyetini göstermektedir. Ancak bu kutsiyet destanlarda kaybolur ve “ok” bir silah olarak karşımıza çıkar. Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz:
Kırk yiğit ver her şeyi ile
Kemer, ok, sarı yay ile
Cığalı, taçlı kuş ile
At sürsem, ak otağına[89]
Mürzemmet anlattı: Ey Şahım, bana kurt yürekli, koç gönüllü, yılan dilli, yolbars elli, kırk yiğidi seçip ver. Onlar, “tut” denildiğinde “uçan”, “vur” denildiğinde “öldüren” yiğitlerden olsun. Lat müyesser ederse, beyleri bağlayıp getiririm, dedi. Ondan sonra, her bin yiğidin içinden bir yiğidi seçti. Onları zırh, kalkan, sarı yay, kemer oku ile donatıp hazırladılar. Sonra Mürzemmet’i, Cezayir topuyla yolcu ettiler.[90]
Kahraman küçük yaşta silah kullanmayı öğrenir, onu arkadaşı yapar, yanından hiç ayırmaz. Çünkü kahramanı düşmanlarından koruyacak tek yardımcısı silahıdır:
Yiğitleri vardır, altın kalkanlı,
Hepsinin azığı şekerli, ballı,
Aslını sorarsan, Oklu, Balkanlı,
Bozoğlan dayıma sen haber götür.[91]

Türk destanlarında ok kahramanın yiğitliğini, gücünü, kuvvetini gösteren bir simge olarak karşımıza çıkmaktadır:
Ködügey-Mergen bahadır delikanlı
İki kürek kemiğini bitiştirip
Okunu yaylandırıp çekti.
Sabah çekip akşamı bekledi,
Akşam çekip sabahı bekledi.
Yüz korkusuz pehlivanı
Kırıp geçirecek temreni saldı.
Okun başından ateş çıktı,
Parmağından kıvılcım çıktı.
Gökyüzü derinlerinden yankılandı,
Altaylar aksiseda verdi.
Attığı okla yer sarsıldı,
Altaylar sallandı.
Bahadır delikanlının attığı ok
Doksan iki kanatlı, kanlı temren
Üç dişi maraldan ortadakinin
Karnını deşip geçti.(4503)[92]

Birbirine eş yetmiş boz tavşan,

Tek bir kamış ok ile,
Peş peşe hepsini vurdu.

doksan maral, hep alaca
otluyordu orada.
“Ay”diye bağırdı,
Sıraya girip doğruldular.
Kaburgadan yayı gerip
Kamış oku fırlattı.
Hepsi birer ödül, doksan maralı yüreğinden
Delip yere düşürdü.(1883)[93]

Alp Saaday ve Picen Arığ,
Kılıçla vurup, öldürmüşler.
Önceden talan edilmeyen büyük ülke,
O zaman yağmalanmış.
Büyük aygırları, öbür aygırların naklini
Engelleyerek, dört nala koşan,
Büyük aygırları,
Okla vurup öldürmüşler.[94]

Hulatay sadağı kapıp, yayını çıkarmış,
Okluğunu kapıp, okunu çıkarmış,
Oku yaya koyup, yayı gerip çekmiş.
Koşturarak oku atmış.
Kara Küren adlı kısrak geriye sıçramış
Ok kaburgasının tüylerini sıyırıp geçmiş.
Kara Küren adlı kısrak şaha kalkmış.
Yiğidin silüeti uzakta kayboluvermiş.[95]

Destanlarda kahramanlar o kadar güçlüdürler ki attıkları oklar yerin yedi kat tabakasını delip geçer:
Yedi dağın dibine
Gelene kadar bekledi.
Onları ben vurmayacağım, dedi,
Kanlı temren vuracak, dedi,
Onları ben yıkmayacağım, dedi,
Kamış okum yıkacak, dedi.
Yedi kara kurdun
Çıplak koltuk altını nişan alıp
Kaburgadan yayını çekti,
Telini gerdi,
Kamış okunu fırlattı.
Okun ucundan ateş çıktı,
Baş parmağından kıvılcım kaçıldı.
Attığı okla yer sarsıldı,
Altaylar titredi.
Kaburgadan yay çatırdadı,
Tam ortasından kırılıverdi.
Kamış ok vınladı,
Yedi kara kurdun
Çıplak koltuk altından giriverdi.
Yedi kara dağı
Tam ortasından delip
Yerin yedi tabakasından geçip,
Yeri ayakta tutan zehir sarısı denize
Düşüp için için kaynattı.(2042)[96]

Yiğitlerin attığı oklar dağları aşar:
Ava çıkıp kulana atan,
Attığı oku dağdan aşan,
Sedâsı yurdu tutan,
Şöyle yiğitlerim kaldı.[97]

Türk kahramanı Alpamış, gençliğinde ok talimleri yaptığı için, ok atmada mahirdir. Bir gün Alpamış, Kalmuklarla savaşa girer. Bu sırada Aksara adındaki dağın tepesini bir ok atarak uçurur.
Maaday-Kara’nın attığı okla yer sallanır, Altay sarsılır:
Maaday-Kara
Yüz çentikli yayını gerip
Çekip attı demir uçlu oku.
Atılan okla yer sallandı
Altay sarsıldı
Yiğidin attığı ok
Yetmiş dağın ötesinde ak donlu bu yılkılının
Alev gibi ak donlu aygırının
Açık boz tayını
Çıplak koltuk altından geçti.(826)[98]

Eskiden kamıştan yapılan oklar kullanılırdı. Bu okların boyu kısa olurdu; ancak çok uzağa giderlerdi. Bu kamış okları Maaday-Kara Destanında görmekteyiz:
“Bana bir ok yay yapıver
Nineciğim”dedi.
Yaşlı kadın ayağa kalktı,
Kaburgadan yay yaptı,
Kısa kamışlardan ok düzdü,
Alıp yavrusuna uzattı.(1888)[99]
Türklerde ok yarışlarının puta atma, darb vurma, menzil atışı ve kabağa ok atma gibi çeşitleri vardır. Yusuf Bey - Ahmet Bey Destanı’nda düğün eğlencesinde iyi silah kullananlar -ok yarışının bir türü olan- kabağa ok atışı yapmaktadırlar:
Beyler şeyhten izin alıp yollarına devam ettiler. Düğün evine geldiklerinde, üç yüz koyun, yüz sığır, otuz devenin kesilmiş olduğunu, aşçıların dörtyüz deve yükü pirinç ile bu etleri pişirdiklerini gördüler. Düğünde iyi silah kullananlar altın kabağa nişan alıp (ok) atıyor; pehlivanlar güreş tutuyor; yiğitler ok-kestirme geçiyor; bir kısım gençler de gökbörü oyunu oynuyorlardı.[100]
Destanlarda kahramanın vücut yapısı iri tasvir edilir. Yusuf Bey-Ahmet Bey Destanı’nda Hazma Mirşep’in parmakları yayının okuna benzetilmektedir:
Hazma Mirşep, derhâl kürkünün eteğini beline sıkıştırıp, kalpağını giyip, kapı eşiği gibi kalın bilekleriyle, yayının oku gibi olan parmaklarıyla, soku gibi ensesiyle, atın toynağından daha büyük olan iri tırnaklı ayaklarını çıkartarak koşuverdi. [101]
Destanlarda kahramanın en önemli yardımcılarından biri de atı’dır. Altın Arığ Destanı’nda “atılan ok gibi” deyimi atın ne kadar hızlı olduğunu belirtmek için kullanılmıştır:
Altı kanatlı ala yılan
Önden çıkmasın Ak dağa
Koşabilirsen koş Ak-Boz!
Yedi kanatlı ala yılan
Önce çıkmasın, Ak dağa,
Koşabilirsen koş, Ak-Boz’um!
Halkımız için azaplar çekip,
Öleceğiz, Ak-Boz.
Yurdumuz için acılar çekip,
Öleceğiz, Ak-Boz.
Altın yeleli Ak-Boz,
Bütün gücüyle koşmaktadır
Atılan ok gibi fırlamaktadır.[102]


III. TÜRK KÜLTÜRÜNDE SEMBOL OLARAK OK

A. Ok’un Davet Sembolü Olması
Tarih boyunca, Türk devletini idare eden hükümdarlar, herhangi bir meseleden dolayı, devlete bağlı devletleri, kendi kabilelerini ve diğer Türk boylarını toplamak istedikleri zaman, anılan gruplara “ok” göndermekte idiler. “Ok”u alan topluluk da, davete icabet ederdi. Yalnız ok göndermek olayını, bir tek davet etmek motifi ile açıklayamayız. Çünkü, “ok”un Türk hukukunda da önemli bir yeri vardır. Şöyle ki, -önceki konularda belirttiğimiz gibi- tâbilik statüsünün en bariz öğelerinden birisi de “ok”tur. Yani ok aynı zaman da hakimiyet sembolüdür.
Hun ve Göktürk Hakanları, kabilelerini harp veya başka bir sebeple bir yere toplamak istediklerinde, onlara “ok” gönderiyorlardı. Bu hareket onları davet etmek manasına geliyordu.
Türk kabilelerini davet etmek için, onlara ok gönderilmesi geleneğinin varlığını Göktürk (Orhun, Ötügen) abidelerinde de görmekteyiz. Nitekim Bilge Kağan Yazıtındaki (735) şu ifadelere bakalım. “Otuz yaşıma Bış Balık tapa süledim. Alyı yolı süngüştüm… Okıgalı ketli. Biş Balık anın üçün ozdu.” (Otuz yaşında Beş Balık’a doğru ordu sevkettim. Altı defa savaştım… Çağırmak için geldi. Beş Balık onun için kurtuldu. Parçada okuduğumuz “okıgalı kelti” sözü “okunmuş ok gönderilmiş olanlar, çağrılan imdat kuvvetleri” geldi manasındadır.
Uygur Türkçesinde de, “ok” kelimesinden çeşitli eklerle türetilen okımak, okışmak , okunç sözleri, davet etmek lafzını karşılamaktadır.
Gazneliler döneminde gördüğümüz şu olayda mevzumuzla alakalıdır: Gazneli Mahmut, Selçuklu ailesinden İsrail’i yanında rehin olarak bulundurduğu sırada, bir konuşma esnasında “Horasan’da Selçukluların yardımına lüzum görürse, onlardan ne kadar kuvvet alabileceğini sordu.” İsrail okluğundan üç ok çıkarıp “birincisini Horasan’a gönderdiği takdirde yüzbin, bu kafi gelmezse, ikincisini Balhana yolladığı takdirde ellibin ve nihayet üçüncüsünü Türkistan’a yolladığı takdirde ikiyüz bin kişilik süvari kuvvetinin gelip yetişeceğini söyledi.”
Hunlardan itibaren ok’un davet sembolü olarak kullanılması geleneğinin, ilk beylikler döneminde de devam ettiğini, şu örnekle gösterebiliriz. Artuklu Beyi Rükneddin Davut Bin Sokman (1108-1144) da, lüzum gördüğü zaman Türkmen boylarına “ok” gönderirdi. Bu mevzuda İbn’ül Esir şöyle der: “Davud’un Türkmenler üzerinde nüfuz ve şöhreti o kadar büyük idi ki, kabile reislerine ok yolladığı zaman, bütün eli silah tutanlar, onun bayrakları altında toplanır. Zira, onlar bunu mukaddes bir vazife bilirlerdi.
Harzimşahların ünlü hükümdarı Celaleddin Harizmşah da, seferberlik kararını alınca, ordusunun ileri gelenlerine, yani han, melik, emir ve pehlivanlara ve bazen de çavuşlara kırmızı oklar yolluyordu. Kırmızı oku alan kuvvet kumandanı askerleri ile derhal sultana katılıyordu. Çavuş oku denilen ve ses çıkaran bu oklar, çıkarılan sesin özelliğine göre haberleşme aracı olarak da kullanılırdı.[103]
Bilindiği üzere Türk kavimlerinde şimşekli havalarda göğe ok atmak bir gelenekti. Bizce bu gelenek, Tanrıya haber gönderilmesi amacıyla yapılmaktaydı. Şamanlar, “Ateş Tanrısı’nı çağırmak için ilahiler okuyorlardı. Bundan sonra saraya yapılan törende, Hıtay İmparatoru, (göğe) iki tane ok atıyordu. (Ondan sonra) ateş yakılıyordu…” Buradaki ateş ve ok atma da Tanrıyla haberleşme gibi gözükmektedir.
Eski Türkçe metinlerde, davet etmek manasını karşılayan ve Türk dilinin yadigarları olan kelimelere rastlamaktayız. Bu sözler ok isim köküne, çeşitli kelime yapma ekleri, ilave edilerek türetilmişlerdir. Mesela, Yusuf Has Hacib’in ünlü eseri Kutadgu Bilig’de okı, okçı, okığçı, okıt, okıtçı [104]sözlerine rastlamaktayız. Nitekim, aşağıdaki beyitte de, bunu görebiliriz:
“Okığçı kelirge onungu kerek
uzun yol yorırka itüngü kerek”
(1473)[105]
Yine Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı Divanü lügat-it Türk’te iddiamızla ilgili olan okımak[106] sözü davet etmek manasındadır.
Eski Anadolu eserlerinde de ok isim köküne çeşitli ekler getirilerek yapılan ve davet etmek manasına kullanılan oku , okudu, okudular vb. sözlere rastlamaktayız. Dede Korkut’tan örnek verecek olursak :
“Bay Püre Big aydur. Oğul kalın Oğuz Biğlerini odamıza ohıyalım, niçe maslahat görürler ise ana göre iş idelüm dedi…
Yalın Oğuz Biğlerini hep ohudılar, odalarına getürdüler, ağır konuk eylediler”.
Başka bir eserden örnek verelim. Dastanı Ahmet Harami adlı eserde konuyla alakalı şu beyti görmekteyiz :
“Açıldı halk içinde iş bu defter
okındı halk alem kıldı ezber”[107]
Okun davet sembolü olarak kullanılmasının varlığını, Türk düğün adetleri içerisinde görmekteyiz. Ülkemizde, düğün davet işini erkek ve kadın davetçiler yapmaktadırlar. Yani, kadınları kadın davetçiler, erkekleri ise erkek davetçiler düğüne davet etmektedirler. Davetçilerin yaptığı bu davet işini, Türkçemizde ok kelimesinden türetilen kavramlar ifade etmektedir. Bu sözlerden bazılarını ve kullanıldıkları yerleri örnek olarak gösterelim: Okul (Antalya, Afyon, Isparta, Burdur, Denizli, Aydın, Muğla), okumak (İzmir, Eskişehir, Sakarya, Kastamonu, Sinop ,Ordu, Sivas, İçel, Antalya) vb.dir.
Kişileri düğüne davet eden erkek ve kadın davetçiler de Türkçemizde çeşitli isimler verilmektedir. Buna da şu örnekleri verelim. Okucu (Erzurum, Ankara, Niğde, Gaziantep, Sivas, Harput, Eskişehir) vb.dir.Görüldüğü gibi bu deyişlerde ok kökünden türetilmişlerdir.

B.Hediyeleşme Kültüründe Ok
Düğün, sünnet gibi törenlerde gelen misafirleri memnun etmek için hediye vermek Türkler arasında bir gelenektir. Davetçiler düğüne davet ettikleri kişilere, bazı hediyeler götürmektedirler. Bu hediyelerin bazıları, birer simge değerinde ise de, bazılarının değeri maddi bakımdan önemli bir yekun tutmaktadır. Davetçiler hediyelerin değerli olanlarını, düğün sahibinin yakın akrabalarına, dostlarına, komşularına vermektedirler. Diğer davetlilere ise maddi değeri daha az olanları hediye etmektedirler. Memleketimizde umumiyetle bu hediyeler birbirine benzemektedirler. Bu hediyeleri şöyle sıralayabiliriz: sabun, şeker, mum, kibrit, peksimet, bardak, bağçak (yörüklerde), çorap, mendil, terlik, havlu, gömlek, elbiselik kumaş v.b.dir. Bu hediyelerde şu terimlerle ifade edilmektedir: okuntu İzmir, Manisa, Balıkesir, Muğla, Antalya, İçel, Adana, Bursa, Konya, Sivas, Elazığ, Gaziantep, Kırşehir, Yozgat, Niğde, Isparta, Aydın; okyuntu Kayseri, Kırşehir, Sivas.



SONUÇ

Kültür, bir toplumun gelenek halindeki her türlü düşünce, sanat ve yaşayışlarının hepsidir. Türkler uzun bir geçmişe sahiptir ve atalarımız bize çok geniş bir kültür mirası bırakmışlardır.
Tarih boyunca devletler topraklarını genişletmek amacıyla sürekli bir savaş içerisindedir. Böyle bir ortamda birçok yiğit ortaya çıkmış ve onun ayrılmaz parçası olan ok ve yay mitolojide kutsallık, destanlarda ise silah olarak değer kazanmıştır.
Ok, Yunan mitolojisine göre Tanrıların kullandığı kutsal bir nesnedir. Türk mitolojisinde ise şamanın kötü ruhları kovmada ve göğe yükselirken davullarında sembolik olarak kullandığı kutsal bir araçtır.
Türk tarihinde ise ok, yay tarafından gönderildiğinden hakana bağlı olmayı, yay da oku attığı için üstünlüğü, hakimiyeti ifade eder.
Türk destanlarında ok, artık kutsallıktan sıyrılır ve kahramanın yanından ayırmadığı bir silah olarak karşımıza çıkar. Kahraman ok yardımıyla ilk kahramanlığını gösterir, üstünlüğünü kanıtlar, düğün günü gerdek yerini belirler.
Türk kültüründe sembol olarak ok, savaşta zor durumda kalan komutanın farklı bir bölgedeki süvarileri çağırmada kullandığı davet nişanesidir. Hediyeleşme kültüründe önemli misafirlere verilen hediyelerin isimleri de ok kelimesinden türetilen ifadelerdir.


KAYNAKÇA
Altay Destanı Maaday-Kara, Haz: Emine Gürsoy Naskali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999.
Altın Arığ Destanı, Haz: Fatma Özkan, Bilig Yayınları, Ankara, 1997.
Berrin Türkoğlu, A’dan Z’ye Rüya Yorumları, 1.b., Kozmik Kitaplar, İstanbul, 2006.
Celal Beydili, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Çev: Eren Ercan, Yurt Kitap Yayın, Ankara, 2005.
Derleme Sözlüğü, 2.b., 9.c., Türk Dil Kurumu Yayınları, Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum, 1993.
Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001.
Faruk Sümer, Oğuzlar, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul , 1996.
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, 20.b., Aydın Kitabevi, Ankara, 2003.
Fuzûlî Bayat, “Dede Korkut Kitabı’nda Devletçilik”, Uluslararası Dede Korkut Bilgi Şöleni, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2000.
İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ötüken Yayınları, 15.b., İstanbul, 1997.
Jean-Paul Roux,Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001.
Kâşgarlı Mahmûd, Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi, 3.c., Çev: Besim Atalay, Türk Dil Kurumu Yayınları:523, Ankara, 1999.
M. Akif Ordulu, Örnek Kompozisyonlu Atasözleri Sözlüğü, Erdem Yayınları, İstanbul, 1992.
Metin Yurtbaşı, Sınıflandırılmış Türk Atasözleri, 11. basım, Arion Yayınevi, İstanbul, 2003.
Metin Yurtbaşı, Sınıflandırılmış Türkçe Deyimler, 2. basım, Arion Yayınevi, İstanbul, 2004.
Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş , Kabalcı Yayınevi , çev:Lale Arslan , yay. haz.: Ergun Kocabıyık , İstanbul 2003.
Murat Uraz, Türk Mitolojisi, 2.b., Düşünen Adam Yayınları, İstanbul, 1994.
Orhan Şaik Gökyay, Dede Korkut Hikayeleri, 5. basım, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2003.
Özbay Güven, Türklerde Spor Kültürü, 2.b., Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999.
Özkul Çobanoğlu, Türk Dünyası Epik Destan Geleneği, Akçağ Yayınları, Ankara, 2003.
Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2003.
Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1995.
Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig III, İndeks, Haz. K. Eraslan, Osman F. Sertkaya, N. Yüce, İstanbul, 1979.
Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig I, Metin, 2.b., s.164, Ankara, 1979.
Saim Sakaoğlu, Ali Duymaz, İslâmiyet Öncesi Türk Destanları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002.
Süleyman Kani İrtem, Türk Kemankeşleri, Ülkü Basımevi, İstanbul, 1938.
Şefik Can, Klâsik Yunan Mitolojisi,8.b. İnkılâp Kitabevi, İstanbul.
Şemsettin Sami, Kâmûs-ı Türkî, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1989.
Tarama Sözlüğü, 2.b., 5.c., Türk Dil Kurumu Yayınları, Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum, 1996.
Türk Ansiklopedisi, cilt 25, Ankara,1997.
Ünsal Yücel, Türk Okçuluğu, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1998.
Yrd. Doç Dr. İsa Özkan, Yusuf Bey-Ahmet Bey (Bozoğlan) Destânı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1989.
http://www.okculuk.org/

[1] Şemsettin Sami, Kâmûs-ı Türkî, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1989, s. 211.
[2] Derleme Sözlüğü, 2.b., 9.c., Türk Dil Kurumu Yayınları, Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum, 1993, s.3274.
[3] Tarama Sözlüğü, 2.b., 5.c., Türk Dil Kurumu Yayınları, Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum, 1996, s.2942.
[4] Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, 20.b., Aydın Kitabevi, Ankara, 2003, s.930.
[5] İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ötüken Yayınları, 15.b., İstanbul, 1997, s.150.
[6] Moğol devrinde aka büyük kardeşe, daha geniş deyimi ile de soyun büyüğüne denirdi.
[7] Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2003, s.197.
[8] Özbay Güven, Türklerde Spor Kültürü, 2.b., Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999,s.95-96’dan aktaran: Suat İlhan, “Askerlik”, Millî Kültür Unsurlarımız Üzerinde Genel Görüşler, Atatürk Kültür Merkezi Yayını-Sayı 46, Ankara, 1990, s.324.
[9] Celal Beydili, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Çev: Eren Ercan, Yurt Kitap Yayın, Ankara, 2005,s.441.
[10] M. Akif Ordulu, Örnek Kompozisyonlu Atasözleri Sözlüğü, Erdem Yayınları, İstanbul, 1992, s.60.
[11] Ordulu, a.g.e., s.149.
[12] Metin Yurtbaşı, Sınıflandırılmış Türk Atasözleri, 11. basım, Arion Yayınevi, İstanbul, 2003, s.22
[13] Yurtbaşı, a.g.e., s.30.
[14] Yurtbaşı, a.g.e., s.132.
[15] Metin Yurtbaşı, Sınıflandırılmış Türkçe Deyimler, 2. basım, Arion Yayınevi, İstanbul, 2004, s.19.
[16] Yurtbaşı, a.g.e., s.65.
[17] Yurtbaşı, a.g.e., s.5.
[18] Yurtbaşı, a.g.e., s.86.
[19] Ünsal Yücel, Türk Okçuluğu, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1998, s.276.
[20] Yücel, a.g.e., s. 278.
[21] Yücel, a.g.e., s279’dan aktaran: Mustafa Kâni, Telhîs-i Resâilü’r-Rumât, s.173-174.
[22] Yücel, a.g.e., s.280’den aktaran: Mustafa Kâni, Telhîs-i Resâilü’r-Rumât, s.174.
[23] Yücel, a.g.e., s.280’den aktaran: Abdullah Efendi, Kavaidü’r-Remi, v.18a.
[24] Yücel, a.g.e., s.284.
[25] Süleyman Kani İrtem, Türk Kemankeşleri, Ülkü Basımevi, İstanbul, 1938, s. 9-10.
[26] Okçuluk konusundaki hadisler http://www.okculuk.org/ adlı siteden alınmıştır .
[27] Şefik Can, Klâsik Yunan Mitolojisi,8.b. İnkılâp Kitabevi, İstanbul, s.54 .
[28] Özbay Güven, Türklerde Spor Kültürü, 2.b., Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999,s.95-96’dan aktaran: Necip Asım-Mehmet Arif, Osmanlı Tarihi, cilt 1, s.252.
[29] Can, a.g.e., s.372 .

[30] Celal Beydili, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Çev: Eren Ercan, Yurt Kitap Yayın, Ankara, 2005, s.444.
[31] Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2003, s.322.
[32] Beydili, a.g.e., s.444.
[33] Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2003, s.323’den aktaran:Radlof, Wörterbuch, III, S.1.
[34] Aynı eser, s.4.
[35] Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1995, s.164.
[36] Berrin Türkoğlu, A’dan Z’ye Rüya Yorumları, 1.b., Kozmik Kitaplar, İstanbul, 2006, s.83.
[37] Saim Sakaoğlu, Ali Duymaz, İslâmiyet Öncesi Türk Destanları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002, s. 224.
[38] Jean-Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini , Kabalcı Yayınevi , İstanbul 2001 , s. 94.
[39] Saim Sakaoğlu, Ali Duymaz, İslâmiyet Öncesi Türk Destanları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002, s.225.
[40] Roux,a.g.e., s.127.
[41] Murat Uraz, Türk Mitolojisi, 2.b., Düşünen Adam Yayınları, İstanbul, 1994, s.32-33.
[42] Uraz, a.g.e., s. 36.
[43] Celal Beydili, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Çev: Eren Ercan, Yurt Kitap Yayın, Ankara, 2005, s.169.
[44] Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş, Kabalcı Yayınevi, Çev: Lale Arslan, Yay. Haz: Ergun Kocabıyık, İstanbul, 2003, s.109.
[45] Beydili, a.g.e., s.442.
[46] Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2003,s.142’den aktaran: Radlof, Sibirya’dan, terc. A. Temir, I, 1964, s.395.
[47] Ögel, a.g.e., II.C., S.191-192.
[48] Roux, a.g.e., s.152-153.
[49] Mircea Eliade , Dinler Tarihine Giriş , Kabalcı Yayınevi , Çev:Lale Arslan , yay. haz.: Ergun Kocabıyık , İstanbul 2003 , s.74-75.
[50] Celal Beydili , Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük , çev :Eren Ercan , Yurt Kitap Yayın , Ankara , 2005 , s. 443-444 .
[51] Celal Beydili, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Çev: Eren Ercan, Yurt Kitap Yayın, Ankara, 2005, s.254.
[52] Celal Beydili, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Çev: Eren Ercan, Yurt Kitap Yayın, Ankara, 2005, s.108.
[53] Kâşgarlı Mahmûd, Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi, 3.c., Çev: Besim Atalay, Türk Dil Kurumu Yayınları:523, Ankara, 1999, s.225.
[54] Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001, s.63-64.
[55] Esin, a.g.e., s.99-100.
[56] Esin, a.g.e., s.121.
[57] Esin , a.g.e., s.122.
[58] Esin , a.g.e., s.135.
[59] Esin , a.g.e., s.124.
[60] Esin, a.g.e., s.146.
[61] Esin, a.g.e., s.165.
[62] Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1995, s.21-212.
[63] Saim Sakaoğlu, Ali Duymaz, İslâmiyet Öncesi Türk Destanları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002, s.224.
[64] Roux ,a.g.e., s.153.
[65] Roux, a.g.e., s.299.
[66] Beydili, a.g.e., s.217-218.
[67] Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş, Kabalcı Yayınevi, Çev:Lale Arslan, Yay. Haz.: Ergun Kocabıyık , İstanbul, 2003, s.117.
[68] Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş , Kabalcı Yayınevi , çev:Lale Arslan , yay. haz.: Ergun Kocabıyık , İstanbul 2003 , s. 261.
[69] İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ötüken Yayınları, 15.b., İstanbul, 1997, s. 230.
[70] Fuzûlî Bayat, “Dede Korkut Kitabı’nda Devletçilik”, Uluslararası Dede Korkut Bilgi Şöleni, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2000, s.67-68’den aktaran: “Vostoçnıy, Turkestan, Moskva, 1987, s.130”.
[71] Bayat, a.g.m., s.68’den aktaran: “Kaşğariy M., Devanu Luğotit Türk, 1c., Taşkent, 1960, s. 43.
[72] Özbay Güven, Türklerde Spor Kültürü, 2.b., Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999,s. 95-96’dan aktaran: Abu’l Farac, Abu’l Farac Tarihi, cilt 1, Çev:Ömer Rıza Doğrul, Ankara, 1945, s. 298.
[73] Faruk Sümer, Oğuzlar, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul , 1996, s. 205.
[74] Bayat, a.g.m., s.159.
[75] Bayat, a.g.m., s.67-68-69.
[76] Saim Sakaoğlu, Ali Duymaz, İslâmiyet Öncesi Türk Destanları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002, s.225.
[77] Jean-Paul Roux,Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001, s.89-90.
[78] Saim Sakaoğlu, Ali Duymaz, İslâmiyet Öncesi Türk Destanları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002, s.221.
[79] Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2003, s.7.
[80] Orhan Şaik Gökyay, Dede Korkut Hikayeleri, 5. basım, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2003, s.33
[81] Özkul Çobanoğlu, Türk Dünyası Epik Destan Geleneği, Akçağ Yayınları, Ankara, 2003, s.124.
[82] Gökyay, a.g.e., s.67-68.
[83] Gökyay, a.g.e., s.87-88.
[84] Gökyay, a.g.e., s.74.
[85] Gökyay, a.g.e., s.97.
[86] Gökyay, a.g.e., s.64.
[87] Altay Destanı Maaday-Kara, Haz: Emine Gürsoy Naskali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, s.99.
[88] Altay Destanı Maaday-Kara, Haz: Emine Gürsoy Naskali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, s.251.
[89] Yrd. Doç Dr. İsa Özkan, Yusuf Bey-Ahmet Bey (Bozoğlan) Destânı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1989, s.447.
[90] İsa Özkan, a.g.e., s.448.
[91]İsa Özkan, a.g.e., s.530.
[92] Altay Destanı Maaday-Kara, Haz: Emine Gürsoy Naskali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, s.160
[93] Altay Destanı Maaday-Kara, Haz: Emine Gürsoy Naskali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, s.86-87.
[94] Altın Arığ Destanı, Haz: Fatma Özkan, Bilig Yayınları, Ankara, 1997, s.81.
[95] Altın Arığ Destanı, Haz: Fatma Özkan, Bilig Yayınları, Ankara, 1997, s.103
[96] Altay Destanı Maaday-Kara, Haz: Emine Gürsoy Naskali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, s.91.
[97] İsa Özkan, a.g.e., s.454.
[98] Altay Destanı Maaday-Kara, Haz: Emine Gürsoy Naskali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, s.56.
[99] Altay Destanı Maaday-Kara, Haz: Emine Gürsoy Naskali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, s.85.
[100] Özkan, a.g.e., s.589.
[101] Özkan, a.g.e., s.645.
[102] Altın Arığ Destanı, Haz: Fatma Özkan, Bilig Yayınları, Ankara, 1997, s.271.
[103] “Ok Maddesi”, Türk Ansiklopedisi, cilt 25, Ankara,1997, s.392.
[104] Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig III, İndeks, Haz. K. Eraslan, Osman F. Sertkaya, N. Yüce, İstanbul, 1979.
[105] Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig I, Metin, 2.b., s.164, Ankara, 1979, s.164.
[106] Kâşgarlı Mahmûd, Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi, 3.c., Çev: Besim Atalay, Türk Dil Kurumu Yayınları:523, Ankara, 1999, s.359.
[107] Dastanı Ahmet Harami, Nakleden: Talat Onay, İstanbul, 1946, s.18.